->
Bugün iş dünyasına yönetim dersleri veren bir hocanın ağzından, Kayserili işkolik bir işadamı babanın hikayesini anlatacağım:
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, “Hocam elinizi öpmek istiyorum” dedi.
– Hayrola dedim?
– Sizin bir seminerinize katıldım. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var o yüzden size teşekkür etmek istiyorum.
– Ne oldu, nasıl oldu?
– Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük o seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu.
Seminer için geldiğim İstanbul dan Kayseri ye gidinceye kadar otobüste bütün gece düşündüm ve bir karar aldım: Bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.”
– Radikal bir karar!
– Evet, ama bu karar içime çok iyi geldi, içim rahat etti.
Eve gelince eşime seminerde anlatılanları aktardım ve aldığım kararı açıkladım.
– Eşiniz ne dedi?
– Karım dedi ki: “Bu ne biçim seminer! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
– Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
– Fakat pes etmedim. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına imkan sağlamaktır.”
Seminerden sonra, “Ben ne yapıyorum” diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı.
Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince, benden kaçmaya çalışıyordu.
Neden? Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum: “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?”
Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, sıkıştırınca, hayır diyordu.
Ben de kızıyordum
Sonunda: “Peki ne halin varsa gör” dedi.
– Peki, sen ne yaptın?
– İşte onu dediği gün, işten dönünce oğluma dedim ki: “Bugün doya doya oynadın mı?”
Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi.
“O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız” dedim.
Onunla beraber sokağa çıktık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Her gün oynadık, terledik eve gelip banyo yaptık.
Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, “Baba ya, ben seni çok seviyorum.”
Nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Şimdiye kadar sevdiğini hiç böyle içten söylememişti. Belki ömür boyu söylemeyecekti.
“Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti.
Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevlerine dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor” demişti.
O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum.
Okula gittim ama mahcup olacağımı, her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum.
En arkaya geçtim. Nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi: “Siz ne yaptınız bu çocuğa” dedi.
“Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi: “Hayır, kötü değil” dedi.
“Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti?”
– Herhalde çok mutlu oldunuz?
-Öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İçimden, “Vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar” duygusu vardı.
Eve geldim, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. Karım: “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim. Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş.
Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.