Ara sıra dünyadan uzaklaşmak gerek

Ara sıra dünyadan uzaklaşmak gerek
“Kokteyl, yemek veya buna benzer şeylere de gitmem”.

“Mutsuzluklarımızın tek avuntusu bizi oyalayan şeylerdir ama aynı şeyler aynı zamanda en büyük mutsuzluklarımızdır” Ara sıra uzaklaşmak gerekir…
Bir yıl kadar önce Singapur’a uçmuş, reklamcılara “Yarının Çocuklarına pazarlama Yapmak” konulu bir konuşma yapmak için yazar Malcolm gladwell, moda tasarımcısı Marc Ecko ve grafik tasarımcı Stefan Sagmeister’la buluşmuştum. ,
Birkaç ay sonra, her daim yenilikçi kalan tasarımcı Philippe Starck’la yapılan bir röportajı okuyordum.
Oraya vardıktan kısa bir süre sonra, bizi davet eden ajansın icra başkanı beni yanına çekti ve en çok ilgilendiği şeyin (kendimi yeni nesil bir gizli pazarlama kampanyası hakkında bir nasihate hazırladım) sükûnet olduğunu söyledi. hiç şaşmadan bir adım ileride olmasını neye borçluydu? Belki de biraz abartıyla, “hiç dergi okumam, televizyon seyretmem” diyordu

Aslında sıradan fikirlerin dışında yaşadığını söylemek istiyor, çünkü “kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde neredeyse yapayalnız yaşıyorum” diyordu.
Aşağı yukarı aynı sıralarda, California’nın Big Sur bölgesindeki post Ranch Inn otelinde, bir uçurumun kenarında bir gece kalmak için 2 bin 285 doları gözden çıkaranların biraz da televizyonsuz bir odanın ayrıcalığını yaşamak istediklerini fark ettim.
Bana anlatıldığına göre geleceğin turizmi, sırf odalarda internet olmadığı için daha yüksek fiyat alan “kara delikli tesislere” yönelecekmiş. gerçekten o noktaya gelindi mi? Teknolojiye erişim kolaylaştıkça, fişi çekmek için daha fazla özlem duyuyor gibiyiz. güney Kore ve Çin’de bilgisayar ekranına bağımlı çocuklar için internetten kurtarma kampları türedi.
Yazar arkadaşlarım, yakın zamana kadar özgürleştirici görünen internet bağlantısını bir süreliğine kesen Freedom yazılımını almak için ciddi paralar ödüyor.
Benzer bir deneyi 2007′de Intel şirketi de yapmış, salı sabahları mühendis ve yöneticilerine dört saat sessizlik (telefon veya e-posta yok) hakkı tanımıştı. Telefon kullanması ve e-posta göndermesi yasaklanan personel böylece kafalarını boşaltma ve düşündüklerinin farkına varma şansını bulmuşlardı. Nicholas Carr, “sığlık” adlı kitabında, ortalama bir Amerikalının en az sekiz buçuk saatini ekran karşısında geçirdiğine dikkat çekiyor.
Ortalama bir Amerikalı genç günde 75 telefon mesajı gönderip alırken bir kız, bir ay boyunca her gün 10′ar binlik bir ortalama tutturmayı başarmış. Ancak nadir bulunan şeyler lüks sınıfına giriyor. Dolayısıyla yarının çocukları da ışıldayan makineler, akıp duran görüntüler ve gelip geçen başlıklardan, yani onları hem boş hem de dopdolu hissettiren onca şeyden arada bir uzaklaşmaya özlem duyacaklar. Yavaşlamanın (düşünmeye zaman ve mekân bulmanın) önemi elbette yeni bir şey değil.
Nitekim aklı daha başında olanlarımız, içinde bulunduğumuz ana odaklandıkça o anı daha geniş bir çerçeveye koyacak zaman ve enerjiyi tükettiğimizi hatırlatmıştır. Fransız filozof Blaise Pascal 17′nci yüzyılda, “Mutsuzluklarımızın tek avuntusu bizi oyalayan şeylerdir ama aynı şeyler aynı zamanda en büyük mutsuzluklarımızdır” demişti. pascal bir başka ünlü sözünde de, bir insanın tüm sorunlarının bir odada sessizce oturamamasından kaynaklandığını söyler.
Telgraf ve trenler sayesinde kolaylığın içerikten daha önemli olduğu fikri kök salınca, henry David Thoreau, “bir dakikada bir mil koşan ata en önemli haberlerin emanet edilmediğini” hatırlatmıştı.
Akıbetimizi görmeye en çok yaklaşan Marshall McLuhan da, “her şey üstünüze çok hızlı gelmeye başladığında kendinizle bağlantınız doğal olarak kopar” diye uyarmıştı. İletişim kurmanın yolları giderek çoğalırken söyleyeceğimiz şeyler giderek azalıyor. bu biraz da iletişim kurmakla çok meşgul olmamızdan kaynaklanıyor. İşleri vaktinde yetiştirelim derken bizi hayata bağlayan şeyleri kaçırıyoruz.
Peki, ne yapacağız? Tanıdığım insanlar giderek yoga, meditasyon veya tai çi’ye yöneliyor. bunlar geçici hevesler olmaktan çok, eski çağın bilgeliği diyebileceğimiz şeylerle bir bağ kurma çabasıdır.
Nitekim iki arkadaşım Cuma akşamından pazartesi sabahına çevrimiçi bağlantılarını kapatarak her hafta sonu “internet orucu” tutuyor. Başka arkadaşlarım da cep telefonlarını evde “unutarak” yürüyüşlere çıkıyor. Carr’ın dikkat çektiği üzere, son yıllarda yapılan bazı deneyler, şehirden uzak sessiz yerlerde bir süre geçirdikten sonra deneklerin dikkatinin arttığını, hafızalarının güçlendiğini ve idrak kabiliyetlerinin genel olarak yükseldiğini gösteriyor. Yani beyinleri sakinleşiyor ve daha iyi çalışıyor. Üstelik, antonio Damasio gibi sinirbilimcilerin bulgularına göre, yalnızca derin düşünce değil, empati gibi duygular da “doğası gereği” yavaş sinirsel süreçlere dayanıyor. Akıl sağlığımı korumak ve hiçbir şey yapmamaya vakit ayırmak için (kalan vakitlerde ne yapmam gerektiğini ancak o zaman değerlendirebiliyorum) tuhaf çarelere başvuruyorum. Şimdiye kadar hiç cep telefonum olmadı.
Tweeter veya Facebook’u da hiç kullanmadım. Günlük yazma işini bitirmeden internete girmemeye çalışıyorum ve Manhattan’dan Japonya’nın kırsal kesimine taşınmamın bir sebebi de, daha çok yayan yaşamak istemem. Bunun zevklerden uzak durmakla bir ilgisi yok. Bu salt bencillik. Hiçbir şey beni aynı yerde bulunmaktan, bir kitaba, sohbete veya müziğe dalmaktan daha iyi hissettirmiyor. Bu mutluluktan daha derine inen bir şey. Bu, keşiş David Steindl-Rast’ın “olaylara bağımlı olmayan bir tür mutluluk” diye tarif ettiği sevinçtir. Dünyadan kopmamak tabii ki önemli. Fakat dünyayı bir bütün olarak görmek ve onunla ne yapacağınızı anlamak ancak araya biraz mesafe koymakla mümkün. Zaten bu nedenledir ki, 20 yıldır her yıl birkaç kez olmak üzere, Benedikten tarikatına ait bir inziva yerine (çoğunlukla üç günü geçmeyecek şekilde) gidiyorum. İşin garip yanı, orası Post Ranch Inn oteline 40 dakika uzaklıkta.
Ayinlere katılmıyorum, ne orada ne de başka bir yerde hiçbir zaman meditasyon yapmış değilim. Yalnızca yürüyüş yapıyor, kitap okuyor ve sükûnetin içinde kendimi kaybediyorum; ancak karımdan, patronumdan ve arkadaşlarımdan kısa süreliğine uzak kalırsam onlara bir fayda getirebileceğimi hatırlıyorum. Oraya son gittiğimde, üç ay önce, manastır yolunda gençten bir adamla karşılaşmıştım. Omzunda üç yaşında bir çocuk olan adam, “Sen Pico değil misin?” diye sordu ve kendini Larry olarak takdim etti.
Hatırladığım kadarıyla 19 yıl önce tanışmıştık. O zamanlar keşişlerden birinin yardımcısı olarak manastırda yaşıyordu. “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordum. “Los Angeles’ta MTV’de çalışıyorum” dedi. Karşılıklı gülümsedik. Fazla söze gerek yoktu. “Çocuklarımı buraya olabildiğince sık getiriyorum” diye devam etti. Anladım ki, yarının çocukları belki de bizden önde olacak. Neyin yeni değil, neyin önemli olduğunu daha iyi bilecekler.
THE NEW YORK TIMES

admin hakkında 18864 makale
Öylesine bir hasdta

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.