->
Yine de kitabınızın tüm dünyadan önce Türkiye’de yayınlanması şaşırtıcı bir durum.
TÜRKİYE’YE DUYGUSAL OLARAK DA YAKINIM
Türkiye’de sevilen ve kitapları yüksek satışa ulaşan bir yazarsınız. Kitabının tüm dünyadan önce Türkiye’de yayınlanmasının şaşırtıcı ve sevindirici bir durum olduğunu söyleyen Botton, yeni kitabını ve yazma sürecini NTVMSNBC’ye anlattı. Bununla ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Türkiye’deki başarım beni çok memnun ediyor ve sadece tek tek okuyuculara değil bütün ülkeye minnettarım.
NTVMSNBC.com – ‘Romantik Hareket’, ‘Öp ve Anlat’, ‘Seyahat Sanatı’, ‘Aşk Üzerine’, ‘Felsefenin Tesellisi’, ‘Statü Endişesi’ gibi kitapların yazarı Alain de Botton’un yeni kitabı ‘Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı’ çıktı
Türkiye’yi kitaplarım yayınlanmadan çok önce de seviyordum. Gençliğimde ailemin her yaz tatile geldiği ve bazı atalarımın 19. yüzyılda uzun yıllar boyunca yaşadığı ülke. Yani Türkiye’ye hem pratik hem de duygusal olarak yakınım. Kitaplarımın orada çok satması sevindirici ve dokunaklı bir sürpriz oldu. Bu yüzden İstanbul’daki editör arkadaşlarımın beni arayıp, kitabı rekor sayılabilecek bir zamanda, dünyadaki bütün ülkelerden önce yayınlamak istemeleri beni çok hoşnut etti. Bu nasıl bir ayrıcalık!
EN ÖNEMLİ ŞEY OKURUN ZEVK ALMASI
Kendi deneyimlerinizle sanatçı, filozof ve düşünürlerin fikirlerini birleştiriyorsunuz. Bu anlamda farklı bir şey yaptığınızı söyleyebilir misiniz?
Evet, yazmaya başladığımda, bir romancı, tarihçi veya şair gibi standart kategorileri direkt izleyemeyeceğimi biliyordum. Okuyucuların büyük ve önemli fikirler arasında tur atabileceği, samimi bir tonu koruyan, kendim ve deneyimlerim hakkında konuşmama izin veren karışık bir stil yaratmak istiyordum. Sonuçta bu, hem resmi hem rahat, hem objektif hem subjektif, hem şahsi hem de şahsi olmayan bir stil oldu. Umarım bu kulağa fazla kafa karıştırıcı gelmiyordur. En önemli olan şey okurun zevk alması; bunu çok ciddiye alıyorum. Bir yazar çok temel bir talebe göre ayağa kalkar veya düşer. Okurun bağlantısını korumak… Ve ben de bunu yapmak için çok çabalıyorum.
MUTLULUĞUN ÖNÜNDEKİ İKİ ENGEL: AŞK VE İŞ
Son kitabınızı çalışma mekanlarını ziyaret ederek hazırladınız. Bu deneyimler kitabınızı hazırlamanız dışında size farklı bir bakış açısı kazandırdı mı?
Freud mutluluğun önünde iki engel olduğunu söyler: Aşk ve iş. Ben aşka baktım şimdi de işe bakmak mantıklı göründü. Bir yazar olarak, devamlı kendi faaliyetlerimi sorgularım ve başkalarının işlerine saygı, acıma, heyecan ve istek karışımı bir hisle bakarım. Yazarlar böyle izole tipler olduğu için iş çok nadir kitaplarda yer alır. Birçok romanda, insanlar nadiren işle gerçekten ilgiliymiş gibi görünür. Sadece aşkı umursarlar. Bir bakıma bu önyargıyı düzeltmek istedim. Okuyucumun gözlerini, inanılmaz güçleri ve korkunç bıktırıcılığı ile bizim inşa ettiğimiz iş dünyasının güzellik ve dehşetine açmak istedim. Eğer bir uzaylı, gezegenimize gelseydi muhakkak teknolojik medeniyetimiz karşısında hayrete düşerdi. Benim okuyucuda yaratmaya çalıştığım da böyle bir hayret. Benim normal bir ofis veya fabrikada çalışmıyor olmamın da çok yardımı oldu. Dışarıdan bakan konumum bana konuya taze bir perspektiften bakma imkanı kazandırdı.
KİTABIM İŞLERİMİZE KARŞI BİR ARABULUCU
Kitabım için bilinçli olarak yazarlığa uzak meslekleri seçtim ki, farklı bir şeyler öğreneyim. Yeteri kadar doktor, avukat ve sanatçı tanıyorum. Bu yüzden muhasebeciler, bisküvi üreticileri, çelik elektrik direği imalatçıları, roket uzmanları, uçak üreticileri ve kariyer danışmanlarıyla konuştum. Esas amacım farklı ve ilginç konularla uğraşan meslekleri bulmaktı.
Böylece bütün bölümlerde hem yeni bir grup insanı tanıdım hem de argümanlarımı geliştirdim. Bisküvi üreticilerine bakarken, tüketim toplumu üzerine yazdım. Roket uzmanlarına bakarken, teknolojinin hayatımızdaki yeri hakkında düşündüm. Yani kitabım, bir gezi güncesi ve röportaj karışımı, aynı zamanda işlerimize karşı bir arabulucu.
HOPPER’IN ETKİSİ…
Kitaplarınızda Edward Hopper’ın etkisi gerek kullandığınız fotoğraflarla gerekse yarattığınız karakterlerin ruh hallerinde hissedilibiyor. Bu kitapta da Hopper’ın ‘New York Sineması’ adlı eseriyle Hopper’a bir gönderme var. Hopper’ın sizin dünyanız için özel bir anlamı var mı?
Evet Edward Hopper’ı çok seviyorum. Onun dünyaya melankolik yaklaşımını çok seviyorum. İnsanları sıklıkla, geceyarısı terk edilmiş bir yerlerde, yalnız başına gösterir. Onun insanları aile ve toplumun geri kalanından izole edilmiş başıboşlardır. Ama bu resimlerin özel bir güzelliği ve ilginçliği vardır: Hepimizin yalnız tarafına hitap ederler ve aslında yalnız hissetmek konusunda pek de yalnız olmadığımızı anlatırlar. Garip bir şekilde yalnız taraflarımızı sosyalleştirirler. Harika bir hüzünlü parça dinlemek gibidir bu.
Modern dünyanın birçok iş yeri Hopper tablolarındaki bir özelliğe sahip; bir nevi yabancılaşma. Havaalanları, tersaneler ve terk edilmiş fabrikaları düşünün. Yani bu teknolojik yalnızlığın birazını kitabımda yansıtmak istedim ve bunu deteklemesi için de Hopper’ın eserlerini kullandım.
ISTIRAP VERİCİ KONULAR…
Daha önceki kitaplarınızda aşk ve tutku merkezdeyken bu kitabınızda yaşamın bir başka yönü, çalışma hayatı yer alıyor. Genel anlamda da ‘Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı’nı yazarken de bunları bir bütün olarak mı görüyorsunuz ?
Her zaman, güzel ve ilginç olduğu veya ıstırap verici olduğu için beni etkileyen konuları seçiyorum. Bu kitap bunların ikisinin karışımı. Sıradan diyebileceğimiz bir hayatın bütün öğelerini merak ediyorum. Bu yüzden yazdığımız kitaplar hep kendi deneyimlerimizden bildiğimiz şeylerin etrafında dönüyor: Aşk, ölüm, zevk, sanat… Bir konuyu keşfetmek için duyduğum çok basit bir istekten ötürü akademik bir tasa veya sınırlama olmaksızın yazıyorum. Başkalarının da ilgisini çekmeyi hedefliyor olmama rağmen en çok memnun ettiğim insan kendim oluyorum.
19. Yüzyıl başından beri “sıradan kültür” ve “yüksek kültür” arasındaki ayrım yüzünden acı çekiyoruz. Daha önceki çağlarda böyle bir ayrım yoktu. Voltaire ve Montaigne gibi yazarlar, hem fazlasıyla ciddi olup hem de geniş bir kitleyi memnun etmeye çalışırdı. Ancak bu mutlu birliktelik 19. Yüzyıl’da yok oldu. Ve bir yandan akademik dil, bir yandan da gazeteci dili oluştu. 21. Yüzyıl başından itibaren aynı anda ciddi ve dünyevi, derin ve hafif, genel ve özel olmak daha zor oldu. Ama benim amacım bunları birleştiren bir alanda yer almak. Akademik dünyanın tanımladığı anlamda bir filozof değilim. Felsefe sadece, sosyal bilimler arasında benim en çok ilgilendiğim disiplin. Üniversitede tarih okudum ve merakım beni psikanaliz, sosyoloji, edebiyat ve ekonomiye yönlendirdi.
Kültürün rolü, bize kiminle evleneceğimiz, hangi mesleği icra edeceğimiz, toplumda nasıl davranacağımız, çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimiz, sosyal hayatta nasıl uzlaşacağımız, ölümle nasıl yüzleşeceğimiz, acıyla nasıl başa çıkacağımız gibi konularda gerekli araçları vermesi. Yani ideal olarak bizim hayat üniversitelerimiz olmalıydı. Sadece avukat veya öğretmen olmak için değil, öncelikle vatandaş ve insan olabilmek için de yardıma ihtiyacımız var.
Bütün toplumların, günlük hayattan bir adım geriye geçecek, biz çok meşgul olduğumuz için anlayamadığımız şeylere ışık tutacak, olayları analiz edecek ve onları anlaşılabilir hale getirecek kişilere ihtiyacı var. Buna ister filozof deyin, ister başka bir şey ama bu rolde bir insan hep olacak. Ben “makaleci” kelimesini tercih ediyorum ve bu şekilde anılmak istiyorum, çünkü kişisel özelliklerden yola çıkarak büyük konular hakkında yazan birini simgeliyor.
HANGİMİZ BİR FABRİKA GÖRDÜ?
Kitabınızın merkezinde dünyayı birbirine bağlayan ticari yolculuklar ve ilişkiler var. Kitabı yazarken çıkış noktanız neydi?
Hayatlarımızda işleyişin nasıl olduğunu biraz da olsa gösteren bir kitap yazmak istedim. Modern dünyanın bir özelliği de her şeyin içine işlemiş çalışma hayatını aslında çok az anlıyor olmamız. Hangimiz bir fabrika gördü? Veya konserve kutularının toplandığı yeri? Veya araba yapımında kullanılacak çeliğin imal edildiği yeri? Bunların hepsi büyüleyici şeyler. Bunlar sadece çocukları heyecanlandırmamalı. Ben bu merakı uyandırmak istedim.
ÇALIŞMANIN TRAJEDİSİ…
Ama bunun yanı sıra sadece “çalışma” noktası üzerine de, çalışmayı sevip sevmediğiniz üzerine de yazmak istedim, Para için çalışıyoruz ama aynı zamanda daha iyi bir şey yaratmak için de çalışıyoruz. Bu bir uçak, resim veya yemek olabilir. Başka insanlara yardım etmek için de çalışıyoruz. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek isteği de çalışmak için inanılmaz büyük bir motivasyon. Bu sadece bir odayı güzel bir şekilde boyamak da olabilir, bir merdiven yapmak da elektrik ağını tamir etmek de olabilr. Ne olursa olsun içimizde insanlığın koşullarını iyileştirerek o işin içinde bir anlam bulmaya çalışan bir taraf olduğuna inanıyorum. Çalışmanın trajedisi, insanların hayatlarını etkileyecek bir değişiklik yapmakla çok para kazanmanın bağdaşmamasında. En tatmin edici iş çok nadir olarak en kârlı olur ve bu da birçok insanın yaptıkları ve yapmak istedikleri arasında büyük bir boşluk oluşturuyor.
ANLAM BULMAYA YÖNELİK ARAYIŞ
Farklı din, kültür ve etnik kökene sahip insanların çalışma hayatında farklı gözlemler ortaya çıkar mı? Yoksa çalışmanın global bir fenomen olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bence çalışmak ırk ve dinin üzerinde, global bir fenomen. Kitabım için Hıristiyan, Müslüman ve büyük oranda ateist olan ülkeleri dolaştım ve hep aynı şeyi gördüm: Çok paraya ulaşmaya ama aynı zamanda çalışma üzerinde anlam bulmaya yönelik bir arayış. Anlam için duyulan isteğin bu kadar güçlü olması çok etkileyici. Anlamlı bir iş, başka insanlara gerçek anlamda yardımcı olabildiğin bir iştir. Bu insanı daha mutlu yapabilir ve acıyı büyük oranda azaltabilir. İş bizi birçok anlamda zenginleştirebilir. Ama yalnız zevk verdiğinde ve acıyı yok ettiğinde anlamlı olur.
Çoğu insan içgüdüsel olarak bencil olduğunu düşünse de işteki anlam arayışımız statü ve para iştahımız kadar inatçı bir özelliğimiz. Çünkü biz sadece madde odaklı değil, anlam odaklı hayvanlarız. Güvenliğimizi ve kariyerimizi, Malavi kırsalına içme suyu götürmek için feda edebiliriz veya yeme-içme sektöründeki işimizden ayrılıp, kalp hastalıkları konusunda hemşire olmak isteyebiliriz.
MESLEK SEÇİMİMİZ KİMLİĞİMİZİ TANIMLIYOR
Okuyucu yeni kitabınızdan ne beklemeli?
Okuyucunun tekrar kendi işine bakmasını ve “işe gitmek” denilen bu günlük rutinin arkasında nasıl komplike bir tarih olduğunu takdir etmesini isterim. Mesela, okuyucunun işe bugün nasıl bakıldığı ile geçmişte nasıl bakıldığının farkını hissetmesini istiyorum. Kullandığımız teknolojiler ve şirketler ne kadar kompleks ve güçlü olursa olsun modern çalışma dünyasının en dikkate değer özelliği, çalışmanın bizi mutlu edeceğine dair empoze ettiği inanç olabilir. Bütün toplumlar işi merkezlerine koymuşlardır. Günümüz toplumu, finansal bir zorunluluk olmasa bile çalışmak istemenin gerekli olduğunu ima eden ilk toplum. Meslek seçimimiz kimliğimizi tanımlıyor. Öyle ki yeni tanışmalarda, sürekli sorduğumuz, o kişinin nereden geldiği veya anne babasının kim olduğu değil hangi işi yaptığıdır. Bunun altında anlamlı bir varlığa ancak para kazandıran bir işte çalışmakla ulaşılacağına inanmamız yatıyor.
M.Ö. 4. Yüzyıl’da Aristoteles, iki milenyum boyunca sürecek bir durum tanımladı: “Tatmin ile ücretli bir iş arasındaki yapısal uzlaşmazlık.” Yunan filozof için, finansal ihtiyaç insanı köle ve hayvanlar ile aynı seviyeye düşürüyordu. El emeği veya zihnin ticari işlevi psikolojik deformasyona sebep olurdu. Sadece özel bir gelir ve boş vakit, insanların müzik ve felsefe gibi daha yüksek zevklerin tadına varmasına fırsat sağlayabilirdi. Ama Avrupa’da 18. Yüzyıl burjuva düşünürleri Aristo’nun formülünü tekrar ve baştan ele aldılar. Yunan filozofun boş vakit olarak tanımladığı tatmin, iş ortamına aktarıldı. Daha önce çalışan bir kişinin insan olarak görülmemesi gibi artık bir kişinin hem mutlu hem de aylak olması imkansız hale geldi.
Çalışmaya karşı alınan tutumdaki evrimle, aşk hakkındaki düşünceler şaşırtıcı biçimde paraleldir. Burada da, 18. Yüzyıl burjuvaları zevkli ve gerekli olan ne varsa boyunduruklarına aldılar. Cinsel tutku ile aile birliği içerisinde çocuk yetiştirmek isteği arasında hiçbir çelişkinin olmadığını savundular. Ayrıca yapılan işten zevk almak mümkün olduğu gibi evlilikte de romantizm olabilirdi. Aristokratların, bugüne kadar kötümser (veya gerçekçi) bir şekilde evlilik ve işi “gönül işleri ve hobi” olarak sınırlamasını, Avrupalı burjuva önemli oranda değiştirdi ve biz de şu an bu değişimin mirasçılarıyız.
‘KENDİNİZE YARDIM EDİN’ KİTAPLARI
Hayatın negatif taraflarından da bahsetmenize rağmen kitaplarınız okuyucuya kendini iyi hissettiriyor. Bir anlmda hayatın iyi tarafından bakan kitaplar yazdığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet bir anlamda, “kendinize yardım edin” tarzı kitaplar yazıyorum. Tabii ki şu aralar en azından İngiltere’de bu tarzdan daha fazla üzerinde saçmalanmış bir tarz yoktur. İtiraf edin, herkes varoluş ile baş edebilmek için böyle başlıklara yöneliyor. Bu her zaman böyle değildi. Batının 200 yıllık tarihinde, “kendine yardım et” tarzı kitaplar edebi başarının zirvesindedir. Antik çağlarda ise insanlar bunun usta uygulayıcılarıydı zaten. Bunun bir sebebi de 19. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren filozofların ve entelektüellerin çalıştığı başlıca kurum olan modern üniversite sisteminin, bu kişilere faydalı veya teselli edici oldukları için değil, gerçekleri ortaya çıkardıkları için ödüllendirmesidir.
RUHUN KURTARILMASI…
Bilge olabilmek için bir tarihçi veya filozofa dönme fikri (atalarımızın neredeyse tamamen doğal bir varsayımı) gülünç denecek kadar idealist ve olgunlaşmamış görülmeye başlandı. Aynı dönemde toplumun, modern insanın yaşamayı ve ölmeyi sadece sağduyuya dayanarak yapabileceğini vurgulayan sekülerleşme gerçekleşti. Geleceğin vatandaşları nasıl sakin kalmaları veya endişeden yoksun olmaları konusunda ders görmek zorunda kalmamalılar. Üniversiteler, çoğu zaman yeni dini yapılar olarak tarif edilmelerine rağmen, kilise ve camilerin her zaman üstünde durduğu şeyi sunamadılar: Ruhun kurtarılması. Onun yerine bize sadece bir bilgi perhizi sundular. Bugün hayatın büyük çıkmazlarına cevap bulmak umuduyla üniversiteye gidin, akademisyenler ya gülecektir ya da bir ambulans çağıracaktır.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.