ŞİDDET:ÇAĞIMIZA ÖZGÜ BİR SORUN MU?

ŞİDDET:ÇAĞIMIZA ÖZGÜ BİR SORUN MU?
Bu öyküde insan toplulukla­rının iki farklı yüzünü görürüz. Bunlar­dan ilki, çocukların düzenli olarak toplandıkları ve uzaktan geçecek gemilerin görebileceği bir ateşi sürekli yanık tut­maya çalıştıkları düzen arayışıdır. Ancak, çok geçmeden adadaki dü­zen bozulur, çocukların ilişkilerine şid­det, intikam duygusu ve yönetme hırsı hakim olur. Bir tekne kazası sonucu ıssız bir adaya düşen bir grup çocuk, adada gerçek ya­şamın küçük bir modelini kurmaya çalı­şırlar.

William Golding‘in “Sineklerin Tanrısı” adlı romanını bilmeyen yoktur sanırız
İkincisiyse, çocukların kendilerini avlanmaya, ayinlere verdiği, ateşin ihmal edildiği, or­taya çıkan çatışmaların çok büyük şiddet uygulanarak çözüldüğü yüzdür. Aslında bu durum, adada toplumun denetim me­kanizmasından uzak kalan çocukların içindeki şiddet dürtüsünün kendini açığa vurmasından başka bir şey değildir…

Sineklerin Tanrısı’nda Golding, as­lında şiddetin kaynağı konusunda top­lumda hakim olan görüşü yansıtır. Bu bildik yaklaşıma göre doğa, kıyasıya bir rekabet sahnesidir; ilgi daha çok canlıların birbirlerinden sağladıkları yararlara yönelmiştir: 1960′lı yıllarda Alman etolog Konrad Lorenz, kuşlar ve balıklar üzerine yaptığı araştırma­lardan yola çıkarak insanın saldırgan bir tür olduğunu; saldırganlığın insan ilişkilerinin ayrılmaz bir parçası ola­rak kabul edilmesi gerektiğini savun­muş ve insan toplulukları arasındaki savaşların kökeninin de, insanlardaki (aynı zamanda insan evriminin başarı­sının anahtarı da olan) saldırganlık eğilimine dayandırılabileceğini öne sürmüştü. Sosyal evrim kuramı olarak bilinen bu görüşe göre insan türünün en temel özelliklerinden biri olan sal­dırganlık ve şiddet, onun evriminde de önemli rol oynamıştır. Aslında he­pimizin içinde var olan saldırganlık dürtüsü, gündelik yaşamda kendini pek fazla dışarı vurma fırsatı bulmaz. Çünkü, uygar yaşamdaki işlerimiz, ev­rimsel geçmişimizde önemli olan, ör­neğin avcılık gibi işlerden çok farklı­dır. Lorenz’e göre, birçok hayvan tü­rünün ve insanın ortak bir özelliği olan saldırganlık, boşaltılması gere­ken güçlü bir birikim yaratır. Bu ne­denle de belli bir uyarıcıya tepki ola­rak zaman zaman serbest bırakılması gerekir. Bu görüşün pek çoklarınca benimsenmiş olduğunu söylememize gerek yok.

Bir Adım İleri.

Günümüzde, saldırganlığın anti sosyal bir güdü olduğu kanısı yavaş ya­vaş siliniyor. Kimi araştırmacılar, sal­dırganlığın ve şiddet olgusunun en iyi, toplumsal ilişkilerin dinamikleri için­de, bütüncül bir bakış açısıyla anlaşıla­bileceğini savunuyorlar. Çünkü çatış­malar, birbirleriyle ilişki içinde olan, birlikte bir şeyler paylaşan ve ortak bir gelecek beklentisi içinde olan bireyler ya da gruplar arasında oluyor. Milyon­larca yıldır gruplar halinde yaşayan, “toplumsal” varlıklar olan biz insanla­rın yaşamları da, bizleri birbirimize yaklaştırıp uzaklaştıran, sonra yeni­den yaklaştıran, yeniden uzaklaştıran toplumsal öğeler içeriyor. Çatışma, ça­tışmaları çözme ve uzlaşmaya varma yöntemlerimiz, işbirliğinin ve ortakla­şa yaşamın evriminden ayrı düşünüle­mez. Lorenz’in görüşleri hala popüler­liğini koruyor olsa da, birçok araştır­macı, çatışmaların çözülme biçimleri­nin toplumsal yaşam içindeki yerine ve bunun etkilerine yönelmiş durum­da.
Saldırganlık, aslında pek çok biçi­me bürünebilecek bir davranış. Saldır­ganlıktan ne anladığımız kişiden kişi­ye değişkenlik gösterebilir; ancak, sal­dırganlık ve saldırganlık dürtüsünün şiddete dönüşmesi, bir toplumun tüm bireylerini etkileyen bir sorun. Zaten, saldırganlığın tanımında bu da var: Bi­rine ya da bir şeye zarar vermek ama­cını taşıyan ve toplumsal açıdan onay­lanamaz davranışları “saldırgan” ola­rak niteleriz. İşte bu nedenle, insanlar arasında saldırganlıkla çözülmeye çalı­şılan çatışmalar, en iyi biçimde top­lumsal ilişkiler ağının dinamikleriyle ele alındığında anlaşılabilir. Çünkü, ilişkilerde yararların çatıştığı bir nok­taya gelindiğinde, çoğu kez ilişkiye orada nokta koyup yaşantımızı onsuz sürdürmek gibi bir olasılık söz konu­su olmuyor. Gerçek yaşamda, saldır­ganlık ve şiddet eylemlerinin genellik­le birbirlerini tanıyan bireyler arasın­da gerçekleştiğini, yani iki tarafın or­tak bir geçmişlerinin olduğunu ve or­tak bir gelecek paylaşmayı bekledikle­rini unutmamak gerekiyor.

Çatışmalara Evrimsel Bir Bakış

Yaşamı sürdürmenin karşılıklı iş­birliğine dayandığı topluluklarda sal­dırganlık, yarar sağlayan ilişkileri ko­ruyabilmek için bir ölçüde kısıtlanmak zorunda. Evrim, topluluklar halinde yaşayan canlılara, saldırgan davranış­ların yol açtığı etkiyi yok etmeye yara­yan beceriler de kazandırmış. Örneğin şempanzeler, kavgalardan hemen son­ra birbirlerini sarılıp öperek barış ya­parlar. Araştırmalar, primat topluluk­larının hepsinde benzer uzlaşma yolla­rı olduğunu gösteriyor. Bu araştırma­lar, insanlarda görülen saldırganlığın araştırılması açısından da önemli. Aile­den arkadaş gruplarına kadar, insan­lar arasında gözlenen saldırganlık davranışları, toplumsal hayvanların davranışlarıyla aynı. Farklı primat topluluklarındaki çatışma ve çatışmaların çözülme yöntemleri üzerine araştırmalar yapan Atlanta’daki Emory Üni­versitesi Primat Araştırma Merkezi’nden Frans B. M. de Waal, insan topluluklarında çatışmalardan nasıl kaçınıldığı ve çatışmalarla bozulan ilişkilerin nasıl düzeltildiği ya da nasıl düzeltilmesi gerektiği konusundaki bilgilerimizin çok zayıf olduğunu be­lirtiyor. Birçok canlı için yaşamın acımasız bir yarış olduğu görüşüne karşı çıkan de Waal, hayvan türlerinin bir­çoğunun topluluklar oluşturmak için bir araya geldiklerine ve yaşamlarının topluluktaki yardımlaşmaya bağlı ol­duğuna dikkat çekiyor: Saldırganlık, tüm hayvanların ve insanların temel özelliklerinden biri olabilir; ancak bu özellik, onun yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmaya yönelik olarak evrimleşmiş denge ve düzeltme mekanizmala­rından ayrı düşünülemez.
İnsanlarda olduğu gibi, insanın en yakın akrabaları olan öteki primat topluluklarının da en önemli özelliği, işbirliği ve kalıcı toplumsal ilişkileri­dir. Topluluk üyeleri, birbirleri için hem birer rakip hem de birer arkadaş­tır. Yemek ve eş seçimi söz konusu ol­duğunda birbirleriyle kıyasıya rekabet edebilirler; ancak, yaşamlarını sürdür­mek için birbirlerine bağımlıdırlar ve birbirlerine dokunma gereksinimi için­dedirler. Bazı primat türlerinde, örne­ğin şempanzelerde, topluluktaki birey­ler arasında geçen şiddet olaylarına sık rastlanır. Sözgelimi, gruptaki iki bireyin bir üçüncüsünü saf dışı etmek için güçlerini birleştirdiği görülebilir. Aslında, topluluğun ileri gelen bireyle­ri genellikle en güçlü olanlar değil, en çok desteği sağlayabilenlerdir. Şem­panzelerde, “grooming” adı verilen birbirinin parazitlerini temizleme dav­ranışı, bu politik alanda önemli rol oy­nar, ortaklıkları ve arkadaşlıkları güç­lendirir.
Ancak, bu hayvanlar kimi zaman şöyle bir ikilemde kalırlar: Bazen bir arkadaşı yitirmeden bir savaşı kazan­ma olasılığı yoktur. Bu ikilemden kur­tulmanın yolu ya rekabeti ortadan kal­dırmak, ya da rekabet etmek ve sonra­sında ortaya çıkan hasarı onarmaktır. Her iki yolun da farkında olan primat­lar, topluluklarını çok gelişmiş bir so­run çözme mekanizmasıyla ayakta tu­tarlar. Bu toplulukların ayakta kalma­larının nedeni çatışmanın hiç olmama sı değil, bireyler arasında çıkan çatış­maların fazla zarara yol açmadan ön­lenmesi ya da oluşan zararın telafi edilmesi için geliştirilmiş yöntemler­dir. Saldırganlığın toplumsal yaşamla bağdaşmayan bir davranış olduğu gö­rüşü, saldırganlığın şiddetle eşdeğer görülmesinden kaynaklanıyor olabilir. Oysa şiddet, saldırganlığın ikizi değil, aşırı uç olarak kabul edilebilecek bir dışa vurum biçimidir.

Aile İçi Şiddet

Şiddet, yalnızca kişiye fiziksel zarar veren ya da bunu amaçlayan bir şey değildir. Kişiyi psikolojik açıdan incitmeyi hedefleyen, hak ve özgürlükleri kısıtlayan davranışları da içine alır. Buna rağmen, bir toplumda hangi dav­ranışların şiddet olarak tanımlandığı, o toplumun kültürel yapısı ve insanla­rın değer yargılarıyla da ilgili. Bizim toplumumuzda şiddet içeren davranış­lar her ne kadar “istenmeyen davranışlar” olarak nitelendirilse de, gelenek­sel öğelerle şiddete başvurulduğunda, ya da şiddet “doğruyu / yanlışı öğ­retmek” amacıyla kullanıldığında haklılık kazanıyor, yani meşrulaştırılıyor. Bu açıdan, toplumun çekirdeğini oluşturan ailede şiddete nasıl bakıldığının ve şiddetin nasıl değerlendirildiğinin anlaşılması önemli. Çünkü ailenin, bi­reylerin toplumsallaşmalarındaki, kendi ayakları üzerinde durmak ve yurt­taş bilincine sahip olabilmek için gereken becerileri öğrenmelerinde ki payı büyük.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Dr. Sibel Kalaycıoğlu ve Dr. Helga Rittersberger Tılıç’ın 1994-1995 yılında baş­layıp niteliksel ve niceliksel yöntemler kullanarak gerçekleştirdikleri bir araştırma, toplumumuzdaki ailelerde hangi eylem ve davranışların şiddet olarak algılandığı; şiddet eylemlerinin nedenlerinin ve sonuçlarının bireyler tarafından nasıl görüldüğü; aile bireyleri arasında çıkan çatışmalarda şidde­tin kullanılmasının hangi nedenlerle doğal ve haklı kabul edildiği konuları­na sosyolojik bir bakış getiriyor.
Şiddetin tanımı toplumlarda ki farklı kültürel birimlerde değiştiğine gö­re, araştırmacılar öncelikle, kişilerin şiddeti nasıl algıladıkları ve hangi tür davranışları şiddet olarak gördüklerini belirlemeye çalışmışlar. Bu soruya verilen yanıtlar, en çok dayak, daha sonra da kötü söz, küfür, başkasına za­rar vermek amacını taşıyan söz ve davranışların katılımcılar tarafından şid­det olarak algılandığını göstermiş. Araştırmaya katılanların hemen hepsi­nin, şiddeti doğru olmayan bir davranış biçimi olarak gördükleri de ortaya çıkmış. Katılımcıların büyük çoğunluğu, hem kamusal alan olarak toplum­da hem de özel alanı temsil eden ailede şiddetin çok yaygın olduğunu vur­gularken, kendi ailelerinde sorunların şiddete başvurmadan çözüldüğünü belirtmişler. Ancak, pek çok ailede, ilk sırada çocukların, ikinci sıradaysa kadınların, şiddetin türlü biçimlerine maruz kaldıkları bulunmuş. Özellikle toplumun benimsediği bir amaca ulaşmak ya da bazı toplumsal değerleri korumak için kullanıldığında, şiddete başvurmak haklı bulunuyor ve hatta meşruluk kazanıyor. Örneğin, çocuklar yaramazlık yapıyorsa şiddet uygula­mak “eğitici” bir davranış oluyor. Ya da, kadın geleneksel görevlerini yeri­ne getirmiyorsa, itaatsizlik yapıyorsa, durumundan şikâyet ediyorsa veya izinsiz bir yerlere gidiyorsa, “ailenin saygınlığını, namusunu korumak” adına şiddete başvurulması da araştırmadaki erkekler ve en çok da kadınlar (yani hem şiddet uygulayan bireyler, hem de şiddete maruz kalanlar) tarafından “haklı” bir davranış olarak düşünülüyor. Toplumda, yakın aile bireyleri ara­sında şiddet olması istenmeyen bir davranıştır. Dolayısıyla bu tür davranış­ların haklılığının ve meşruluğunun nedenlerinin “aile dışından kişilere” anlatılabilmesi gerekiyor. Bu durumda, özellikle kadınlar eşlerinin şiddet içe­ren davranışlara başvurmalarını, ekonomik sıkıntıların yol açtığı sinirlilik, işlerinin kötü gitmesi, zaman zaman davranışlarına hakim olamama, eğitim­sizlik, kişilik zayıflığı gibi, kişinin elinde olmayan nedenlere dayandırarak veya davranışların “kalıcı” “sürekli” değil, “geçici” “anlık” olmasına baka­rak meşrulaştırıyorlar. Araştırmacılar bu tür gerekçelerin, toplumdaki güç ilişkilerinin, eşler ya da anne-babalarla çocuklar arasındaki güç ilişkilerine yansımasını gösterdiğini vurguluyorlar. Bu sonuçsa, aile içinde şiddetin yö­nünün en çok kadın ve çocuğa doğru olmakla beraber, aile içindeki iktidar ilişkilerinde belirlenerek, güçlüden güçsüze yönelik olduğunu ortaya çıkar­ıyor. Şiddetin meşru görülmesi önce ailede ve de sonra toplumda tekrar tekrar üretilmesine ve bir sorun çözme yöntemi olarak kuşaktan kuşağa ak­tarılmasına yol açıyor.
Araştırmada, aile içinde şiddetin kullanım sıklığı ve dozunun yaş, cinsi­yet, eğitim düzeyi, meslek gibi değişkenlerden etkilenmediği de görülmüş. Örneğin, araştırmaya katılanların eğitim düzeyi ülke ortalamasından göre­ce yüksek olduğu halde, ailelerin % 82′sinde şiddet kullanımının yüksek dü­zeyde olduğu saptanmış. Bu, Türkiye’de yaygın olan, “formel okul eğitimi­nin yüksek olması ile kişilerin şiddete daha az başvuracakları ve çatışmala­rı çözmek için yapıcı yollar kullanacakları” kanısının da sorgulanması ge­rektiğine işaret etmekte. Toplumda yaşayan bireyleri, çatışmaları çözmek için, içgüdüleriyle bulabildikleri “zora başvurmanın cazibesi kadar kolay ve çekici gelebilecek, farklı yöntemler konusunda bilgilendirmek daha önemli bir eğitim haline geliyor. Şiddet aile içinde öğrenilen, kuşaktan kuşağa ak­tarılan ve geleneksel öğelerle meşrulaştırılan bir davranış olarak kaldığı sü­rece tüm toplumsal kesimleri ve toplumsal dinamikleri, değişimi de olumsuz etkiliyor. Bu durumda evde, ailede, okulda, sokakta, işte, her zaman şiddet içeren bir davranışla karşılaşan veya engellenen kişinin bireyci düşü­nebilmesi ve yurttaş olabilmesi olanağı da kısıtlanmış oluyor.

Şiddetin Reçetesi

Beynin belli bölgelerinin zarar görmesinin saldırganlığa yol açabileceği uzun zamandır biliniyor. Bu konudaki klasikleşmiş örneklerden biri, 1848 yı­lında geçirdiği bir iş kazası sonucu beyninin ön bölgesi zarar gören Phineas Gage adlı demiryolu işçisi. Kazaya bağlı olarak Gage’in motor ve bilişsel işlev­lerinde bozukluklar olmuştu. Dahası Gage, önceki özelliklerinin tam tersine, saldırgan ve sorumsuz birine dönüşmüştü. Elbette bu örnekten yola çıkarak her saldırganlık davranışının beyindeki bir bozukluktan kaynaklandığını söyle­yemeyiz. Son 20 yıldır ikizler üzerinde yürütülen araştırmalar sonucunda, şid­det eğilimi gösteren insanlarda doğuştan bazı ortak kişilik özelliklerinin oldu­ğu saptanmış. Düşünmeden harekete geçme, düşük zeka katsayısı ve hiperaktivite gibi. Sorunlarını çözmede sıklıkla şiddete başvuran yetişkinler, genellik­le küçüklüklerinde de “zor” çocuk olarak değerlendirilmiş oluyorlar. Aslında, küçükken saldırgan olarak nitelendirilen kişilerin çok azı bu özelliği yetişkin­liklerinde de koruyorlar. Ancak, sorunlarını şiddete yönelerek çözmeye çalı­şan yetişkinlerin bu davranış sorunlarının kökeni, genellikle çocukluk yılları­na uzanıyor. Araştırmacılar bu durumun, çoğu çocukluk yıllarında kendini gös­termeye başlayan toplumsal ve kişisel birtakım etmenlerin etkileşimlerinden kaynaklandığını düşünüyorlar.
Minnesota Üniversitesi’nden Alan Sroufe’ın 23 yıldır yürüttüğü araştırma, şiddet ve suça yatkınlık davranışlarının gelişimini inceliyor. Araştırma ekibin­de çalışan Byron Egeland, araştırmanın şiddet ve suça yatkınlık konusunda, insanların doğuştan gelen özelliklerinin çok da önem taşımadığına işaret etti­ğini, insanların sorunlarını şiddete yönelerek çözme davranışlarının gelişme­sinde en önemli etmenin ailedeki yetiştirme koşulları olduğunu belirtiyor. Montreal Üniversitesi’nde yürütülen başka bir araştırmadaysa, 1984 yılından bu yana, 6 yaşındayken saldırgan olarak tanımlanmış çocukların gelişimleri iz­leniyor. Gruptaki çocukların annelerinin çoğunun, az eğitim görmüş veya er­ken yaşta doğum yapmış anneler oldukları saptanmış. Araştırmacılar, bu an­nelerin “zor” bir çocuğu toplumsallaştırmaya yarayacak birikimden yoksun ol­duklarını düşünüyorlar.
Saldırganlığın gelişiminde hangi kişilik özelliklerinin ne tür toplumsal ve çevresel etmenlerle etkileşime girdiğini incelemek, konu insan olunca güç bir iş. Aslında bir açıdan bu araştırmalar, anne-babaların ve öğretmenlerin öte­den beri bildikleri şeyleri söylüyor denebilir. Belki de asıl anlaşılması gereken, çocukların saldırganlığı ve sorunlarını şiddete başvurarak çözmeyi nasıl öğren­dikleri değil, saldırgan olmamayı ve şiddete yönelmemeyi nasıl öğrendikleri.

Saldırganlık Öğreniliyor mu?

Öfke, saldırganlık ve şiddet, sosyal psikoloji, toplumbilim ve siyaset bilim gibi pek çok bilim dalının araştırma konularından biri aslında. Diğer tüm insan davranışlarında olduğu gibi, in­sanlardaki saldırganlık ve bunun şid­dete dönüşmesi eğilimi de, kişinin psi­kolojik ve toplumsal gelişiminin, nöro­lojik ve hormonal yapısının etkileşimiyle ortaya çıkıyor. Psikologlar, uzun yıllar boyunca insanlardaki sal­dırganlık eğilimlerinin kökenini bul­maya çalışmışlar. Şiddeti psikolojik ve toplumsal etkenler açısından açıkla­maya çalışan araştırmaların bazıları, gelişim sürecindeki deneyimlerin in­sanların şiddete yönelme davranışları­na etkisini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Daha çok Kanadalı psikolog Albert Bandura’nın görüşlerini temel alan sosyal öğrenme kuramına göre, ço­cuklar, belli durumlarda nasıl davran­maları gerektiğini, başka insanların davranışını gözlemleyerek öğrenirler. Bandura’ya göre insan gelişimi, do­ğuştan gelen özelliklerin, kişinin dav­ranışlarının ve çevrenin etkisinin kar­maşık etkileşimleri sonucu gerçekle­şir. Saldırgan davranışların pekişme­sinde en önemli etken de, çevredeki modellerin davranışlarının gözlenme­sidir. Çocuklar, anne babalarının, so­runları çözerken başvurdukları saldır­gan davranışları öğrenerek bunları be­nimserler. Örneğin, babasının sık sık annesine şiddet uyguladığına tanık olan bir çocuğun, ileride eşine ya da çocuğuna zarar veren bir yetişkin ol­ma olasılığı yüksek. Bandura ve arka­daşlarının bu konudaki ünlü makalesi yayımlandıktan sonra, izlenen saldır­ganlıkla saldırgan davranışlar arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan birçok araştırma yapıldı. Bugün bu araştırmaların geneline baka­rak, çocukların şiddet içeren olay­ları ya da görüntüleri izlemeleri­nin, ileride bu davranışları ger­çekleştirme olasılığını artırdığını söyleyebiliyoruz. 1980′li yıllarda araştırmacılar,  televizyon programlarındaki şiddetin insanları nasıl etkilediğini incelemeye yö­neldiler. Bu araştırmaların sonuç­larına göre şiddet içeren televizyon programlarının etkisi iki yolla oluşabiliyor. Birincisinde, şiddet içe­ren programların çokluğu, insanlarda şiddete karşı bir duyarsızlık gelişme­sine neden oluyor. İkincisindeyse şiddetin sorunları çözmek ve amaca ulaşmak için kabul gören bir yol ol­duğu düşüncesi uyanıyor, günlük ya­şamda saldırgan davranışlar serbest bırakılıyor. 1994 yılında yapılan bir araştırmadaysa, evde anne babadan biriyle sürekli çatışma halinde olan çocukların, dışarıda öteki çocuklara göre daha saldırgan davranışlar sergi­ledikleri görülmüş.
Bandura’nın araştırmalarının gös­terdiği bir başka önemli gerçek de, saldırganlığın olduğu kadar, saldırgan olmamanın da öğrenilebilir bir davra­nış örüntüsü olduğu. Bundan yola çı­kan başka araştırmacılar, çocukların hem “yararlı” programların olumlu mesajlarından etkilendiklerini hem de bu programlarda geçen “kötü” davra­nışları (kötüler cezalandırılsa bile) öğrenebildiklerini gösterdiler. Örne­ğin çocukların izlediği çizgi film­lerde iyi kahramanların davranışla­rının övülerek kötü kahramanların yerilmesi, çocukların iyi kahraman­ların davranışlarını örnek alacakla­rı anlamına gelmiyor. Çocuklar, kötü kahramanların davranışlarını da örnek alabiliyorlar. Araştırmacı­lar, çocuklarının “kötü” davranışla­rını cezalandırmak isteyen anne babaların da aslında bu davranışla­rı pekiştirmekten öteye gidemedikleri­ni göstermişler. Buna göre, övülen “iyi” davranışlar çocuklar tarafından nasıl öğreniliyorsa, cezalandırılan “kö­tü” davranışlar da öğrenilebiliyor. Bu­rada önemli olan, davranışın altının çi­zilmesi.
Sosyal öğrenme kuramı, saldırgan­lık konusunda cinsiyetler arasındaki farklılıklara da değiniyor. Araştırma­larda, bebeklikten erken çocukluk dö­nemine kadar, saldırganlık konusun­da bir cinsiyet farkına rastlanmamış.
Ancak, erkek çocukların biraz büyü­meye başladıktan sonra daha saldır­gan, işbölümüne kapalı oldukları, kız çocuklarınsa toplumsal ve bilişsel açı­dan daha gelişmiş oldukları görülmüş. Erken yaşlarda bu konuda cinsiyet farkının görülmemesi, ileri yaşlardaki davranış farklılıkların kökeninin biyolojik ol­madığı, bu davranışla­rın öğrenildiği savını destekliyor. Başka bir araştırmadaysa, saldır­ganlık konusunda cinsi­yetler arasında görülen farkın, saldırganlığın dozu değil, dışa vu­ruluş biçiminde ol­duğu görülmüş. Kendilerine göste­rilen davranış modellerine bağlı olarak, erkek çocuk­lar saldır­gan­lıklarını fiziksel ve sözel olarak, kız çocuklarsa ilişkilerin­de geçimsizlik biçiminde sergiliyorlar. Sosyal öğrenme kuramı, son 40 yıl­dır bilimsel araştırmalarla destekle­nen, değişime açık ve bu açıdan da güçlü bir kuram. Bu kuram temel alı­nacak olursa, bir toplumda televizyon programlarının, bilgisayar oyunları­nın, ya da çocukların davranış biçimle­rini öğrenebilecekleri diğer kaynakla­rın içeriğinin hassaslıkla denetlenmesi gerekiyor.

Çıkış Yolu Var mı?

Aslında, çevrenin etkisinden hor­monlara ve beyinsel bozukluklara, öğ­renmeden kültürel etkilere kadar, hem hayvanlarda, hem de insanlarda saldırgan davranışların nedenleri ve sonuçları konusunda pek çok şey bili­yoruz. Sorunun bir yönünü, insanla­rın başkalarıyla ilişkilerini yorumlama­da ve olaylara verecekleri tepkileri seçmede etkin olan algısal ve bilişsel süreçler oluşturuyor. Bu bilgilerin kullanımı konusundaki en belirleyici yaklaşım, sorunlarını çözme ya da bas­tırma aracı olarak şiddeti seçen insan­ların tedavi edilmesinde ilaçlar ve çe­şitli terapiler gibi araçların geliştirilmesi. Konunun diğer yönüyse insanların, karşılarına çıkan engelleri aşmak amacıyla saldırgan ya da saldır­gan olmayan çözüm yollarını nasıl ürettiklerinin anlaşılması.
Peki, bu bilgileri evlerimizdeki, top­lumumuzdaki ve uluslar arasındaki çatışmaları çözmede nasıl kullanabili­riz? Saldırgan davranışlar, bireylerin ilgileri konusunda bir çatışma ortaya çıktığında, çözüme ulaşma ve uzlaşma yolunda kullanılan bir araç. İnsanlar arasındaki çatışmaları toplumsal yaşa­mın bir parçası olarak görmek gereki­yor belki de. İnsanlar dışındaki pri­matların toplumsal yaşamında saldır­ganlık, yakın ilişkilerde daha sık görü­len ve olumsuz etkileri, dostça ilişki­lerle çabucak onarılan bir olgu. Önem­li olan çatışmayı önlemeye çalışmak değil, bu çatışmaların çözümlenmesi konusundaki becerilerin geliştirilmesi. Aslında saldırgan davranışlar, ilgilerin ve yararların çatışması durumunda başvurulan birkaç yoldan yalnızca bi­ri. Taraflardan birinin alttan alması, ör­neğin kaynakların paylaşılması ya da yüzleşmeden kaçınmak gibi çözümler de var. Hangi yolun seçileceğiyse, ta­raflar arasındaki ilişkinin biçimine ve bunun nasıl algılandığına bağlı. Örne­ğin, çatışmadan sonra, bozulan ilişki­nin kolaylıkla onarılıp onarılamayacağı gibi; ya da tarafların ortak bir gele­cek beklentisi olup olmadığı gibi. Ba­rış yapmanın, yaşamı sürdürme açısın­dan topluluklar halinde ortaklaşa ya­şayan hayvanlara yararı çok açık. Ba­rış, belli bir noktada bazı bireylerin çı­karları çatışmış olsa da, topluluğun uyumunu koruma güvencesi sağlar. Çatışmaların, birbiriyle ilişki içinde olan ve bir şeyler paylaşan, ortak bir gelecek beklentisi içinde olan bireyler ve gruplar arasında yaşandığını tekrar vurgulamakta yarar var. Barış, hiç ça­tışmanın olmadığı durağan bir durum değil, ortaya çıkan çatışmaların her­kes için ortalama bir yarar sağlayacak biçimde çözülmesi demektir aslında.

Sorun Olaylarda Değil, Bakış Açımızda Olabilir.

Sağlıklı bir ilişki, o ilişkide hiç çatışma olmaması değil, o ilişkide orta­ya çıkan sorunların ne kadar sağlıklı bir biçimde çözüldüğüdür. Oysa bizler çoğunlukla ilişkilerimizde çatışma çıkarmamaya yönelik yetiştiriliyoruz. Ki­mi insanların sık sık sarf ettiği “Bizim ilişkimiz çok sağlıklı; aramızda hiç ça­tışma, tartışma çıkmaz.” cümlesi yanlış bir düşünce biçimini yansıtıyor. Ça­tışma yaşanmayan bir ilişki, ölü ve iki tarafın, birbiri ile etkileşimi olmadan sürdürdüğü, adeta birbirine teğet geçtiği bir ilişkidir. Böyle bir ilişkide so­run varsa bile, taraflardan biri bunu bastırıyor olabilir. Bastırma ve sorunun varlığını görmezden gelmeyse ilişki açısından geliştirici ve olumlu bir yak­laşım değildir. Bizler, kızgınlığımızı bastırmaya ve kendi kızgınlığımızı duy­mamaya yönelik yetiştiriliyoruz. Oysa kızgınlık, kulak vermemiz ve bastır­mamamız gereken bir duygu. Bir ilişkide, var olan so­runlara karşı kızgınlığımızı bastırıp biriktirmek, çoğun­lukla duygularımızın daha sonra yanardağ patlamasına benzer biçimde dışarı vurulmasıyla sonuçlanır. İşte bu patlama zaman zaman kızgınlığımızın şiddete yönelme biçiminde açığa çıkmasına da yol açar.
Düşünceler duygularımızı, duygularımızsa davranış­larımızı ve olaylara karşı tutumlarımızı belirliyor. Kimi ilişkilerimizde yaşadığımız sorunlar -dolayısıyla da kız­gınlık- yalnızca olaylardan değil, bizim olaylara bakış açımızdan da kaynaklanabilir. Böyle durumlarda sorun­ları ortadan kaldırmanın en etkili yollarından biri, o olaylara bakış açımızı sorgulamakta ve başka bakış açılarına da açık olmak­ta yatıyor. Böylece, bizi şiddete yönelten etkenleri denetimimiz altına alabi­lir, kızgınlığımızı yapıcı ve olumlu biçimlerde ifade edebiliriz. Sonuç olarak kızgınlık, şiddet biçimine bürünmeden de ifade edilebilir. Dolayısıyla, önce­likle kızgınlık duygumuzun farkına varmak ve onu kabul etmek gerekiyor. Öte yandan, karşımızdaki insanın da kızgın olabileceğinin farkında olmak da çok önemli. Aslında şiddetin temelinde, karşımızdakinin de olumsuz duy­gular içinde olabileceğini kabul edememek de var. Karşımızdakinin kızgın­lık duygusunu anlayabilmek için, onunla empati kurarak kendimizi onun ye­rine koymayı deneyebiliriz. Bunu başardığımızda da, zaten şiddete başvur­mak gerekmez. Ancak, bizim toplumumuzda “O bana saldırdıysa ben de ona saldırırım, o bana öyle yapıyorsa ben de ona aynı biçimde karşılık ve­ririm.” biçiminde bir anlayış çok yaygın. Dahası, saldırgan ve zarar verebi­lir olmak, güçlü olmak anlamına geliyor. Bu da insanların güçlü olmanın kaynağını şiddette aramalarına neden oluyor.
İlişkilerimizde yaşadığımız sorunları çözmede olayları karşımızdakinin penceresinden ve onun gereksinimleri açısından da görebilmek, neden ve sonuç ilişkilerini irdelemek için özel bir çaba harcamamız gerekiyor. Ne ya­zık ki bizim kültürümüzde tutum ve davranışlarımız “Ben ne yapmak istiyo­rum, nasıl bir insan olmak istiyorum?” diye düşünerek değil, “Onlar nasıl­sa ben de öyle olmak istiyorum” düşüncesiyle, yani başkaları ölçü alınarak belirleniyor. Aslında bu biraz insanın duygusal zekâsının gelişimiyle de ilgi­li bir konu. Duygusal zekâsı gelişmiş olan insanın özellik­lerinden birincisi kendi kendini disipline edebilmek, ikincisiyse kendisini karşısındakinin yerine koyabilmektir; ya­ni bir çatışma yaşandığında saldırganlık ve şiddete yöne­len tutumlara başvurmaktansa, tam tersine, sorunu çöz­meye yönelik bir tutum içinde olmak.
Şiddetin modellerden öğrenilen bir yönü de var. Anne-babaların tutumu ve televizyondan izlenen modeller gibi, şiddetin benimsenmesine yarayan birçok etken var. Bir ço­cuk kendisi şiddete maruz kalıyorsa, annesinin şiddete uğ­radığını görüyorsa, televizyonda şiddete dönük filmler iz­ledikçe şiddeti öğrenir. Ne yazık ki çocuklarımız, topluma uyum sağlama süreci içindeyken, şiddete başvurmayı öğreniyorlar. Bir aile­de sorunların şiddete yönelmeden çözülebilse bile, çocuğun okulunda çok sayıda çocuk şiddet uygulamaya yatkın. Ve anne-babalar bu konuda ciddi bir çaresizlik yaşıyor.
İnsanlarda doğal olarak şiddete yönelik bir dürtü olabilir; ancak bu eği­tilebilir bir dürtü. Sorunları şiddete yönelerek çözmenin alternatifi, dediği­miz gibi, kişinin kendisini tanıması ve duygularının farkında olmasından ge­çiyor. Çatışma çözme ve iletişim becerileri konusunda kendini geliştirmek, kişisel bir çabanın yanı sıra profesyonel yardım alarak da gerçekleştirilebilir.

Öfke mi Bizi Kontrol Ediyor, Yoksa Biz mi Onu?

Öfkelenince ne yaparsınız? Böyle bir du­rumdayken en doğru davranışın, insanın kızgın­lığını içine atmasındansa, dışarı vurarak ondan kurtulması olduğu söylenegelir. “Anlat Baka­lım” adlı filmde psikiyatrist rolündeki Billy Crystal, hastası Robert de Niro’ya, “Ben kızgın­ken, bir yastığa vurarak kızgınlığımdan kurtu­lurum, neden sen de bunu denemiyorsun?” di­yor. Laboratuvar ortamında yapılan araştırmalardaysa, örneğin bir yastığa vurarak kızgınlığı dışa vurmanın, azaltıcı değil, artırıcı etki yaptığı görülmüş.
Öfke ve kızgınlık yaşamımızın bir parçası. Ancak, bu duygumuzu şiddete yönelerek ifade etmek, yaşamı olumsuz yönde etkiler. Herkesin öfkeliyken duyumsadığı birbirinden farklıdır. Uz­manlara göre, bu döngüye düşmemenin yolu, duygularımız konusunda karşımızdakilerle ileti­şim kurmayı öğrenmekten geçiyor. Öfkeliyken genellikle kaslarımız gerilir, kalp atışlarımız hız­lanır, soluk alış verişimiz değişir. Bazen titreriz, tüylerimiz diken diken olur. Kalbimizin daha hızlı atmasının, kaslarımızın gerilmesinin ve sesi­mizin daha yüksek çıkmasının sorumlusu, bedenimizin birdenbire daha fazla adrenalin salgılamasıdır. Dikkatimizi derin ve yavaş soluk alıp vermeye odaklamak, öfkemizi kontrol etmeye başlamamıza yardımcı olabilir. Biraz rahatladık­tan sonra verilecek doğru tepki, kızgınlığımızı, düş kırıklığımızı ya da hoşnutsuzluğumuzu so­ğukkanlı bir biçimde karşımızdakine ifade etme­ye çalışmak. Kendimizi karşımızdaki insanın ye­rine koyup, olayları onun bakış açısından görme­ye çalışmak ve karşımızdakini dinlemeyi öğren­mek de çok önemli. Öfkenin sizi kontrol etmesi­ne izin vermeyin, siz onu kontrol etmeye çalışın.


Kaynak: Bilim Teknik Dergisi

admin hakkında 18864 makale
Öylesine bir hasdta

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.