->
Aileye büyük sorumluluk veren süreğen bir hastalıktır şizofreni. Ataklarda yaşanan yoğun pozitif bulgular (varsanılar, sanrılar, garip davranış ve konuşma, yaşam biçimleri) artık ilaçlarla oldukça hafifletilip, daha kısa sürece çekilebilmektedir. Son 20-30 yıl içinde nöropsikiyatrinin gelişimi ile şizofreninin tedavisi konusunda da yeni ufuklar açılmış, hastaneyi ev edinen hastaların sosyal yaşama katılımı artmaya başlamıştır. İşte bunun önemi konusunda aileyi ikna etmek ve eğitmekte bizim görevimizdir. Hastanın çoğu kez tek başına mücadele güçlüğü çektiği bu hastalıkta ,öncelikle hastalığın kendisi, tedavi şekli ve süresi, gidişatı hakkında hasta ailesinin bilgilendirilmesi gerekir.
Ailenin içine katılmadığı tedavi programlarının ne kadar aksadığı ve olumlu sonucun ne kadar azaldığını biz hekimler biliriz
Çoğu kez bu ataklarda yatırılarak takip edilen bu hastaların yatış sayısı ve süresi azalmaktadır. Burada önemli nokta bu tedavilerin kısa süreli olmadığını, tedaviye uyumun çok gerekli olduğunu bilmektir. Hastaların işte en çok zorlandıkları ve anlayamadıkları bu durum “ben iyiyim, ömür boyu ilaç mı kullanacağım ,, sorusuna aileyi ve bizleri maruz bırakır.
Şizofreni %30-40 tamamen iyileşebilirken, kalan yüzde de uzun süre ilaç tedavisi gerekir. Hastadan önce ailenin bu durumu kabullenmesi önemlidir. Şeker hastalığı karşısında uzun süre antidiyabetik ilaç gereksinimini kabullenebildiğimiz kadar bu hastalıkta da ilacın değerini kavramamız gerekir. Çünkü şizofrenide de pek çok rahatsızlıkta olduğu gibi biyolojik değişimler sözkonusudur. Bu değişimler beyinde olmaktadır. Dopamin, serotonin, noradrenalin gibi maddelerin salınımı ve işlevlerinde bazı bozulmalar gösterilmiştir. Bu maddeler arasında denge kurmaya yönelik ilaç tedavilerinden alınan yanıtlar da hastalığın ne kadar biyolojik olduğu yönünde bize kanıtlar sunar.
Yurt dışında tedavi programları içine ailelerin sistematik olarak alınma uygulaması son 15 yıl içinde gerçekleşmiştir. Ülkemizde maalesef şizofreni yakınları uzun zamandır yalnız kalmış, hangi durumda nasıl bir tutum içinde olmaları, tedavinin gerekleri hatta hastalığın kendisi hakkında yeterince bilgi sahibi olamamışlardır.
Tedavi süreci içinde hastanın ve ailesinin tedavi ekibine güvenmesi büyük önem taşır. Hastalığın oluşumunda sorumlu ya da suçlu kişileri aramak yersiz ve gereksiz olur. Tetikleyen unsurlar her ne olursa olsun yatkınlık dediğimiz durum sözkonusu olmadıkça hiç kimsenin şizofreni olmadığını biliriz. Şizofreni saklanması, utanılması gereken bir durum değildir. Hatta aynı durumu yaşayan ailelerle iletişime girerek paylaşım sağlamak bu duyguların aşılmasını kolaylaştırır. Toplumda en çok korkulan hastalıklardan biri olan şizofreni bir damga olmamalıdır. Bir şeker ya da yüksek tansiyon hastalığı gibi uzun süre tedavi isteyen bir hastalık olduğunu bilmek, zaman zaman hastalığın yaşatacağı engelleri, zorlukları da yoksaymamak önemlidir.
Aile içinde hastalığa endeksli yaşantı bir süre sonra yoğun öfke, nefret duyguları uyandırabilir. Bu duyguların dışa vurumunun yüksek olmaması hastayla güven ilişkisi için gereklidir. Bu durumdan korunmak için aile bireylerinin kendilerine ait alanları olmalıdır. Hastadan bağımsız yapabilecekleri uğraşların olması, sağlıklı yaşantılarını devam ettirmeleri gereklidir.
Hastanın tamamen uzaklaştığı, hiç bir şey yapmak istemediği dönemler olabilir, bu durumu şımarıklık olarak yorumlamamak gerekir. Hastalığın belirtileri bazen bu şekilde de olur ve hastanın elinde değildir.
Ailenin zaman içinde hastalığın alevlenme dönemlerinde ki ilk belirtileri tespit edebilme yetileri gelişir. Bu şekilde erken dönemde müdahale ile nüksetme sıklığı da azaltılır. Her şeye karşın hastalık alevlenebilir. Bu dönemlerde hastaneye yatırarak tedavi gerekli olabilir. Bunun için de hastanın bu konuda yaşayacağı sorunlara karşı ailenin hazırlıklı bulunması gerekir.
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.