->
Nedir bu bakış açısı? Sanatı, insan zihninin bir ürünü olarak alacağım. Bu özellikler, insana hem birtakım problemler getirmiş hem de bu problemleri çözme kapasitesini kazandırmıştır.
Her canlı türü gibi insanın da kendine özgü biyolojik ve psikolojik özellikleri vardır.
İNSAN ZİHNİ VE SANAT[1]
I. İnsan Zihninin Özellikleri
Bir psikolog olarak kendi bakış açımdan “Sanat”a yaklaşacağım. İnsan zihninin niteliklerini inceleyerek sanatın insan hayatındaki işlevini anlamaya çalışacağım
Bu kapasiteyi kullanarak o problemlerle boğuşan insan, başlangıcından bugüne kadar gelmiştir.
Çok kimseler buna “ilerleme” de der. Yani insan, başlangıcındaki kısıtlı konumundan daha becerikli, daha bilgili, daha duyarlı ve daha verimli bir konuma doğru ilerleyebilmiştir. Ama, burada bizim asıl dikkatimizi çekmesi gereken nokta şu: İnsan, başlangıçta problemli bir konumda olduğu için ilerleme yoluna girmek zorunda kalmıştır. Yani onun problemi, bugün bizim geriye dönüp bakarak gördüğümüz anlamda ilerlemeyi sağlamak değildi; kendini içinde bulduğu koşullarda hayatta kalmaktı.
İnsan genetik potansiyelinde var olan kapasiteyi kullanarak hayata tutunmaya çalışırken problemlere çözüm bulmuştur. Bulduğu çözümleri bir bilgi birikimi olarak muhafaza etmiştir. Sonra da o çözümleri basamak yaparak daha karmaşık problemleri çözmeye çabalamıştır. İnsan zihninin niteliklerinden söz ederken daha iyi anlaşılacaktır: İnsan yalnız biyolojik olarak algı planında doğrudan gördüğü problemleri çözmekle de kalmamıştır; problemler icat etmiştir. İnsanın neyi problem olarak gördüğü, bir ölçüde nasıl yaşamak istediğine bağlı olmuştur.
Başka bütün canlı türlerinde olduğu gibi insanın da davranışları biyolojik bir temele dayanır. Ama insanda biyoloji, davranışlarda bulunma kapasitesine (o kapasite ne kadar geniş olursa olsun) bir sınır koymakla birlikte, davranışları içerik olarak belirlemez. Genetik bir programla, belirli sinyallere belirli davranışlar yaparak ayarlanma, insanda pek yoktur. İnsan, deneyimleri esnasında davranışlarını oluşturur. Elbette başka canlı türleri de çeşitli derecelerde öğrenir. Ama onların hangi koşullarda neleri öğreneceği yine genetik programla belirlenmiştir. İnsan hayatına tarih perspektifi içinde baktığımızda, insanın değişik yerlerde ve değişik devirlerde birbirinden çok farklı hayat biçimleri geliştirdiğini görüyoruz. Bu nedenle insanın, geniş bir imkânlar alanında yaşadığını kabul etmek zorunda kalıyoruz.
Elimizde çok çeşitli veriler var. Günlük hayat deneyimleri, deneysel psikolojinin bulguları, antropolojik ve sosyolojik gözlemler, insanın icat kabiliyetini sergileyen teknolojik ürünler, insanın doğayı anlama girişimlerini yansıtan bilimsel bilgiler, sanat eserleri, hatta insana özgü psikiyatrik bozukluklar ve kriminolojik davranışlar. İşte bütün bunlar, olumlu ve olumsuz yönleriyle, insan zihninin bir imkânlar alanı olduğunu göstermektedir. Bu verilerde ayrıca ne görüyoruz? İnsanın bir sosyal ve siyasal örgütlenme yanı var. Kurumlar gelişiyor ve insan ilişkileri böylece belirli kurallara bağlanıyor. Ama bu kurallar, genetik yapıyla belirlenmemiştir; insan hayatının karmaşıklıkları içinde serbestçe oluşturuluyor. Kurallar, bireyler tarafından algılanabilir ve kavramlaştırılabilir biçimde oluştuktan sonra, bireyin arzuları dışında bir gerçeklik ve yaptırım gücü kazanıyor. Fakat kurallar sabit değil, değişkendir.
İnsan zihninin başka hiçbir canlı türünde bulunmayan özellikleri en karakteristik olarak nerede kendini gösteriyor? İnsanın özünü belirleyici bu karakteristik özellik, insanın soyut düşünme kabiliyetidir. İnsan somuta, algılarına sıkı sıkıya bağlı olan, davranışlarını somut algıların güdümünde doğuran bir canlı değildir. Başka canlı türleri, algı planına bağımlıdır. Onlar, algı planı ortadan kalktıktan sonra soyut zihin düzleminde düşünmeye devam edemiyor. Onların davranışlarını güden, bir taraftan kendi biyolojik ihtiyaçları bir taraftan da somut algı planının verileridir.
İnsan ne yapıyor? Algı planı yokken düşünebiliyor. Bir insanı bir hücreye koyun, gözlerini kapatın, kulaklarını tıkayın, yine düşünmeye devam edebilir. İşte bu, hiçbir canlı türünde olmayan bir özelliktir. Soyut zihin düzleminde düşünme, insanın daha birçok ayırt edici niteliklerini belirleyen bir temel kapasitenin göstergesidir. Ben bu temel kapasiteyi, “bilincinde olduğunun bilincinde olma” diye adlandırıyorum. Başka bütün canlılar da çevrelerinin farkında. Yani onlar çevrelerinin bilincinde olduklarını, oradan gelen sinyallere uygun tepkileri yaparak ve böylece hayatta kalmayı başararak gösteriyorlar. Hayatın temel biyolojik olgusu bilinç. Bu anlamdaki bilinci aşan bir özellik gösteriyor insan. Yalnızca algılayıp tepki yapmıyor. Algıladığının ve tepki yaptığının da bilincinde oluyor.
Bu demektir ki insan, yalnızca hayvanlar gibi çevresinin bilincinde olmakla kalmıyor; kendinin de bilincinde oluyor. İşte bu biyolojik yorum çerçevesinde insanın asıl ayırt edeci özelliği, bilinç değil, bilincinde olduğunun bilincinde olma kapasitesidir. Bu temel kapasitenin ürünü olan soyut düşünme kabiliyeti, insanın yalnız çevresinin değil, kendi zihninin de farkında olmasına ve algı verisi yokken de düşünmeyi sürdürebilmesine imkân veriyor. İnsan kendi düşüncesinin bilincindedir ve kendi düşüncelerinin gerisine çekilerek düşüncelerini tıpkı dışarıdaki bir cismi inceler gibi inceleyebilir. İnsan düşünmekle kalmaz; düşüncelerini eleştirir. Gerekli görürse düşüncelerinde değişiklik yapar. Düşünme işlemleri sonunda dışarıdaki dünyada eyleme geçmesi gerektiğinde, daha eylemleri yapmadan, onların dış dünyadaki sonuçlarını soyut düşünme düzleminde hesaplayabilir.
İnsana özgü bütün bu özelliklerin yanı sıra aynı temel kapasiteden beslenen bir başka özellik de yine yalnızca insanda görülen dil olgusudur. İnsanın, algılarını soyut düşünme düzlemine taşıyabilmesi ve o algı içerikleriyle düşünme işlemleri yapması ne demektir? Zihinde cereyan eden süreç, dış dünyanın fotoğrafını çıkarma ya da genel olarak kopyasını alma süreci değildir. Bu kadarı hayvanlarda da var. Onlarda da beyinde sonlanan duyu süreçleri vardır. İnsan bunun ötesinde, bilincinde olduğunun bilincinde olarak algılarından soyutlamalar yapabiliyor ve onları zihninde temsil ediyor. Yani insan zihninde duyu sürecinin ötesinde sembolik bir süreç oluşuyor. Şu halde insan, soyut düşünme düzleminde duyu verileri ile değil, düşünce sembolleriyle düşünüyor. İnsan, dış dünyayı algılamanın ötesinde onu kavrıyor.
Kavramlaştırma… bu sözcüğün köküne bakarsanız kendini çok güzel anlattığını görürsünüz.. Kavramaktan geliyor. Kavradığımız için zihinde kavramlar oluşuyor. Kavramazsanız yalnızca görürsünüz ve gördüğünüz geçer gider. Belki onunla ilgili bir şey yaparsınız belki de yapmazsınız. Ama her iki halde de geriye bir şey kalmaz. Oysa soyut düşünme planında insan bir şeyler kavrıyor ve o kavradığı şeyi zihninde temsil ediyor. İşte biz buna kavram diyoruz. Kavram nasıl bir şeydir öyleyse? Kavram, soyutlayarak ilgili olanı ilgisizden ayırma ve böylece karmaşık duyu verilerinin içindeki basit ilişkiyi anlamadır. Tabii “basit” derken ondokuzuncu yüzyılda fizyoloji biliminin kurucularından Claude Bernard’ın ünlü özdeyişini hatırlamadan geçemeyeceğim: “Sebepleri anlaşılınca her şey basit olur.”
Kavramlar, düşünmenin hem ürünü hem de aleti. Kavramlar ses sembolleriyle temsil edilir. İşte dil olgusu, dışımızdaki cisimleri, olayları ve kendi zihnimizde doğan kavramları, bilincinde olduğunun bilincinde olarak ses sembolleriyle temsil etmekten ve onları düşünme işlemlerinde belirli ilişkiler içinde kullanmaktan başka nedir ki?
Soyutlama, kavramlaştırma ve dil sembolleriyle temsil etme sayesinde insan düşüncesi sırf dışarıdaki cisimlerin, olayların algılanmasıyla harekete geçmiyor. Kendi oluşturduğu kavramlarla da harekete geçebiliyor. Bir kavramdan başka kavramlara yol buluyor. Algı planından bağımsız olarak semboller arasında ilişkiler kurarak, insan zihni, artık algı dünyasında doğrudan somut karşılıkları olmayan yeni sonuçlara varıyor. İşte insanın başlangıcından bugüne kadar ilerlemesinin zihin mekanizması böyle bir şeydir.
II. Algı Planında Olmayanı Tasarımlama ve Eylemlerle Dünyayı Değiştirme
İnsan bu kapasitesi sayesinde dış dünyayı tasarımlarına göre değiştirir. Başka canlılara bakın; kendi türleri başlangıcından beri nasıl yaşamışsa öyle yaşamaya devam ediyorlar. Çünkü yalnızca duyu verilerine belirli biyolojik ihtiyaçlar çerçevesinde ayarlanma, bundan başka bir sonuç veremezdi. Ama (önemle belirtiyorum) insanın da bir biyolojik temeli var. İnsanın hayret verici yeni sonuçlar doğuran kapasitesi, onun başka canlı türlerinkinden farklı bir biyolojik yapısının olmasından ileri geliyor.
İnsanın psikolojik niteliklerini vurgulamak için biyolojiyi reddetmek ya da insanın, biyolojinin dışına çıkarak etkinliklerde bulunduğu izlenimini vermek doğru değildir. İnsan biyolojisi, insana imkânlar alanı açıyor. İnsanda refleks-içgüdü donanımı çok sınırlı. Biyolojik açıdan bu elbette bir problem. Başka canlılar gibi neyi algılayacağınız, ne tepki vereceğiniz önceden belirlenmiş değil. İşte bu belirsizlik bir problem durumudur; bunun çözümlenmesi ve uygun tepkilerin yapılması gereklidir.
İnsan belirsizlik içindedir; ama hüküm vermek ve belirsizliği gidermek için soyut düşünme ve kavramsal analiz kabiliyetini kullanır. İnsan bu kabiliyetiyle yalnız çevreyi kavramlaştırarak onu zihninde sembollerle temsil etmez; kendinin de bilincinde olarak kendini çevreden ayrı bir varlık olarak kavramlaştırır ve zihninde sembollerle temsil eder. İnsan “Ben” diyebilen bir canlıdır. Böylece, kendi biyolojik konumundan ve dışarıdaki çevreden aldığı sinyallere göre çevreyle olan alışverişini, semboller arasında yürüttüğü düşünce işlemleriyle kararlaştırır. “Ben” diyen insandan, bunu çok söyleyen insandan hoşlanmayabiliriz; ama “Ben” diyebilme kabiliyeti, insanı insan yapan bir temel kapasitenin daha önce işaret ettiğim çeşitli belirtilerinin ayrılmaz bir parçasıdır.
Düşünürsünüz, geçer gider. İnsan düşüncesinin asıl karakteristiği kendini kavramasıdır. Yunus Emre, “Bir ben vardır bende, benden içeri” derken bu psikolojik gerçeği dile getiriyor. İşte bu “Ben” diyebilme niteliği, bunun arkasında olan kapasite, insanı belli bir zamana, belli bir mekâna bağımlı kalmaktan kurtarır. Yani insan, bulunduğu andan geriye ve ileriye gidebilir. Nerede gider? Sembolik soyut düşünme düzleminde geçmişi düşünebilirsiniz; geleceğe ilişkin tasavvurlar yapabilirsiniz. Buradasınız, ama hayalgücünüzde bambaşka yerlere gidebilirsiniz.
Asaf Halet Çelebi,
bakanlar bana
gövdemi görürler
ben başka yerdeyim
gömenler beni
gövdemi gömerler
ben başka yerdeyim
diyerek insanın asıl varlığının onun ruhu olduğunu söyler. Ruh, bedende bulunmakla birlikte, sembolik düşünme düzleminde zamanı ve mekânı aşarak bambaşka zamanlara ve bambaşka yerlere gidebilir. Beden öldükten sonra ruh ahirete göç ederek yaşamaya devam eder.
İnsanın soyut düşünmesine, dil sembolleri kullanmasına ve “ben” diyebilmesine imkân veren temel biyolojik kapasite, “bilincinde olduğunun bilincinde olma” kapasitesi, insanı öyle bir konuma getirir ki artık onun problemleri, hayatta kalma mücadelesiyle sınırlanamaz. Çünkü insan, bu kapasitesi sayesinde sorgulayabilen bir varlıktır. Yalnızca yaşamaz; hayatını sorgular. Kendini sorumlu tutabilir. Bu duyguyu tadan bir canlı, artık basit bir biyolojik varlık değildir.
Kısacası insan ahlak sorumluluğu olan bir varlıktır. Burada geliştirmekte olduğum bakış açısından baktığınız zaman bu aynı zamanda biyolojik bir işlevdir. Çünkü insan türünün devam edebilmesi için şu ya da bu biçimde bir ahlak nizamının kurulması zorunludur. İnsanın eylemleri, belirli sinyallere yapılacak belirli tepkiler halinde genetik bir programla kalıplaşmış olmadığı için insan belirsizlik içindedir. Bu yüzden karar vermesi gerekir. Önünde sabit bir yol yoktur. Her adımda alternatif yollardan birini seçmek zorundadır. Her birey, tasarım gücünün üretebildiği kadar çok sayıda alternatifle karşı karşıyadır.
İnsanın bu psikolojik konumuyla ilişkiye getirilebilecek bir başka durum da onun toplumsal bir canlı olmasıdır. İnsan bireyi, başka insanlarla yardımlaşma ve iletişim içinde yaşamak zorundadır. İnsanın memeli bir tür olmasının ve insanda dil yetisinin bulunmasının anlamı budur.
Bu anlamı açalım. İnsan bireyi, başka birinin bakımına ve onunla iletişime muhtaç olarak doğuyor. Bu başka biri, doğal olarak ve normal koşullarda annedir. Anne de doğal bir eğilimle bebeğine bağlanır. Bebek, beslenmek için doğasındaki emme refleksiyle annenin memesini arar. Annesi onun meme ucunu bulmasına ve memeye yapışmasına yardımcı olur. Birkaç seferden sonra bebek tereddütsüz bir yönelişle meme ucunu bulur ve ona yapışır. Annenin bedeninden gelen dokunma hissi ve annenin sıcaklığı, yabancı bir dünyada bebeğe güven verir. Bebeğin iletişim kurması ve dünyayı tanıması, böylece, başlangıçta dokunma yoluyladır. Onun için dokunma, koku ve tat duyumları başlangıçta bebek için asıl önemli duyumlardır. Görme ve işitme duyumu sonradan önem kazanır ve bebeğin bilgi edinmesinin başlıca kanalları olur. Böylece bebek, dış dünyayı kendi bedenine bitişik ve yakın olan çevreden uzaklara doğru genişletir. Dil yoluyla iletişim de bu genişleme sürecinin önemli bir parçası olarak işlev görür.
Burada üzerinde durmak istediğim nokta şudur: Bebeğin başkalarından bakım görmesi ve büyüdükçe artan ihtiyaçlarını gidermek için onlarla çeşitli biçimlerde iletişim ve işbirliği içinde olması biyolojik bir zorunluluk ise, o zaman ahlak da biyolojik bir zorunluluk olarak insanın toplum hayatında ortaya çıkar. Çünkü insan başkalarıyla bir toplum içinde ilişkilerini sürdürme ihtiyacında ise, ilişkilerin kargaşaya dönüp çıkmaza girmemesi ve toplumun dağılıp gitmemesi için ilişkilerin istikrarını sağlayan kurallar gereklidir. Belli ahlak kuralları insanın genetik yapısında var olmadığına göre, bireyler, ilişkileri içerisinde kurallar geliştirmek zorundadırlar. Bu kurallar, her bireyin, başkalarının kendinden ne beklediğini algılaması demektir.
Bu noktada antropolojik bakış açısına girersek ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Ahlaktan kastım, bizim hasbelkader kendi toplumumuzda bulduğumuz belirli davranış biçimleri değil, hangi toplumda ve ne tür davranış biçimleriyle olursa olsun, davranışların toplum üyelerince benimsenmiş belli kurallara göre karşılıklı olarak ortaya çıkmasıdır. Bu kurallar sistemi, en ilkelinden en karmaşık toplumlara kadar şaşırtıcı çeşitlilikler gösterir. Hatta bir toplumun ahlak dediği şey, bir başka toplumun gözünde ahlaka sığmayabilir. Ama birbirinden çok farklı olmakla birlikte, her iki toplumda da davranışlara istikrar veren bir ahlak sistemi vardır. Görülüyor ki biyoloji, insanın bir ahlak sistemi geliştirmesine yol açıyor; ama kaynağı biyolojiktir diye belli bir ahlak sisteminin kendine özgü kurallarının biyolojik bir zorunlulukla ortaya çıktığını söyleyemiyoruz.
İnsan, duygularının güzelliğiyle, sorumluluklarının bilinciyle ve başkalarıyla ilişkilerinin kalitesi ölçüsünde insandır. Yunus Emre,
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin,
Bu nice okumaktır!
derken insanın biyolojik eğilimlerinin ve bilgilerinin üstünde ahlaksal bir konumu olduğunu, insanın ahlaksal sorumluluğunu bilmedikçe, bilgilerinin insanı insan yapamayacağını bize kavratıyor.
III. Sanatın İnsan Hayatındaki İşlevi
Eğer insan böyle bir varlıksa sanat nedir? Sanat nedir derken sanatı insan hayatında gördüğü işlev açısından düşünüyorum. Yoksa hiçbir mesele, “nedir?” diye sormakla ve onu bir tarife bağlamakla halledilemez. Çünkü tarifler, mantıksal formülasyonlardır. Oysa, mantıksal açıklamalarla gerçeği aydınlatmak mümkün değildir. Bu nedenle, sanatın psikolojik niteliğini meydana çıkarmak ve o yolla insan zihnini daha iyi tanımak için sanatın insan hayatında gördüğü işleve gözümüzü çevirmeliyiz.
Sanat insan hayatında ne iş görüyor? İnsanın bilgileriyle ve becerileriyle çok yetersiz kaldığı başlangıçtaki o çetin koşullarda bile insanların sadece hayatlarını sürdürmek için o koşullarla boğuşmadığını, o koşullarla boğuşurken bile bugün bizim “sanat” dediğimiz birtakım etkinlikler yaptıklarını anlıyoruz. Tabii ki başlangıçtaki o insanlar profesyonel sanatçı değillerdi. Sanat, modern dikotomideki gibi ne toplum için ne de sanat içindi. Sanat, insanın ruhundan, zihninden fışkıran kaçınılmaz bir olay olarak ortaya çıkıyordu.
Mağaralarda keşfedilen resimleri gören Picasso, “o zamandan bugüne pek ilerlediğimiz söylenemez” demiştir. Picasso’nun böyle söyleyebilecek kadar büyük bir ressam olduğunu göstermenin dışında, onun bu sözleri bize ne diyor? İnsan sırf sanat tekniğiyle değil ruhuyla sanat yapıyor. Sanatçılık insanın özündeki bir potansiyeldir. Sanat, insan ruhundaki bir fırtınanın bir teknikle dışa yansıtılarak dindirilmesidir. Ruh ve fırtına yoksa zaten tekniğe ihtiyaç da duyulmaz. Tarih öncesi devirlerde, özellikle çok değişik durumlarda resmedilmiş hayvan resimlerine baktığımız zaman gözümüze çarpan bir şey var. Bu resimler bizi anında bizimkinden bambaşka bir dünyaya götürüyor. Taş devrindeki mağara insanının, çevresindeki şiddetli olaylardan taptaze duyumlar aldığını ve müthiş etkilendiğini, ruhunda çalkalanan heyecanların kargaşasını anlaşılabilir bir düzene koymak için onu bir disiplin ve bir teknik uygulayarak kendi dışına çıkardığını görüyoruz.
Picasso haklı. Mağaralardaki mamut ve bizon resimlerinde hayvanların kaslarından güç taşıyor; yüzlerindeki ifadeden öfke fışkırıyor. Bunlar fotoğraf gibi resimler değil. Dışındaki cisim ve olaylara bakan kişinin kendi algılamalarının ve algıladıklarından etkilenmelerinin resmi. O resimlerde taş devri ressamının kendi yok; ama biz onun resmin objesiyle ilişkisini, objeden yaptığı soyutlamalardan ve objenin temsilindeki vurgulamalardan tasavvur ediyoruz. Resimlerde, taş devri insanlarının gözleri önünde kaynaşan dünyanın izlenimlerini, onların korku ve ümitlerini görüyoruz. Bir kartalın kemiği üzerine kazılmış bir geyik sürüsü tasvirinde en önde iki üç ve arkada sadece bir tane geyiğe benzer bir suret çizilmiş olduğunu, aradaki uzunca mesafenin havaya doğru yükselen bir dizi çatallı boynuzla doldurulduğunu görüyoruz. Etkileniyoruz ve tozu dumana katarak geçen sürünün müthiş hızını ve çıkardığı uğultulu sesi algılıyoruz; o anda, onu resmedenin ruhundaki canlı algıların kaynaşmasını ve duyduğu heyecanı hissediyoruz. Daha sonraki devirlerde vahşi hayvanların hızına yetişecek ok ve yayın icadı, insan ruhunun başka bir potansiyelini ortaya çıkaracaktır.
Hayata baktığınız zaman hayatı nasıl görürseniz görün, hayat deneyimlerden ibarettir. Durmadan deneyimlerden geçiyoruz. Çeşitli algılarımız ve eylemlerimiz var. O arada oluşan duygularımız ve kavramlaştırmalarımız var. Eylemlerimiz arasında sanata benzer çabalar var. Bu çabaları her insan yapıyor. Fakat bunlardan pek azı, bir ölçüte göre aşağı yukarı bir anlaşma ile “sanat” diyebileceğimiz niteliğe erişiyor. Sanatçı, bu çabaların yüzeysel kalmasına razı olmayan, onları derinliğe, açıklığa ve teknik mükemmelliğe kavuşturma işine kendini veren kişidir.
Az önce insanın içinde bulunduğu problem durumlarından, belirsizliklerden söz ettik. İşte sanat, benim bakış açımdan, insanın belirsizlikleri giderme, bakışına, duyuşuna ve düşüncesine bir düzen getirme çabasıdır. Bu düzenle sanatçı, hayatın çapraşıklıkları içinde kaybolmaktan, ufalanıp parçalanmaktan kurtulur; hayatına hâkim olur. Birçok sanatçıların dile pelesenk olmuş derbederliği, hayatın somut görüntülerine, ayrıntılarına göre öyledir. Sanatçı o derbederlik içinde, kavramsal düzlemde hayatı yorumlamayı ve o yoruma göre hayata endişelerden ve ruhsal ıstıraplardan kurtularak bakmayı başarmıştır ya da başarmaya çalışırken eserler vermiştir. Onun sanatı ister şekille, ister sesle, ister renkle, ister dil sembolleriyle ifade edilsin, ortak yan, ruh planında kargaşadan düzene geçiş ve o düzenin kanıtını kendi dışına algılanabilir nitelikte taşıyabilme zevkidir. Bu bakımdan sanatın kavradığı gerçeği ifade etmede kullanılan sembolik araç bir tercih meselesidir. Ünlü kompozitör Berlioz’un hayatına ilişkin bir filmdeki bir sahne gözümün önünden hiç gitmez: Berlioz bir tual sehpasının önünde ve biz onun yüzünü, sehpanın arkasından, onun bakmakta olduğu manzara tarafından bakarak görmekteyiz. Acele ve heyecanlı hareketlerle manzarayı resmetmekte olduğunu düşünüyoruz. Kamera, Berlioz’un arkasına geçip sehpa üzerindeki tuali bize gösterdiği zaman, tuale bir nota kağıdı iliştirilmiş olduğunu ve Berlioz’un notaları yerleştirdiğini görüyoruz; manzaranın resmini yapmadığını, beste yaptığını anlıyoruz. Bir sanatçı, manzaranın güzelliğini ve onun ruhunda uyandırdığı hisleri renge de dökebilir sese de.
Sanat, belirsizliği giderme ve ruhsal çalkalanmalara bir düzen verme işlevi görür dedim. İnsanlar başlangıcından beri yalnız sanatla değil, mitolojilerle de belirsizliği giderme ve hayata bakışlarına bir düzen getirme yoluna gitmişlerdir. Mitoloji nedir? Tamamen insan zihninin, insanın hayalgücünün bir ürünüdür. Ama mitolojiler insan hayatında çok önemli bir rol oynamıştır. Anlayamadığı doğa kuvvetleriyle sarılmış olarak kendini belirsizlik içinde bulan insan, algıladığı kargaşaya, tamamen sübjektif planda da olsa, mitolojilerle bir düzen getirmiş ve o düzene göre hayatını önceden kestirilebilir biçimde düzenleyebilmiştir. Bu da çok önemli bir işlevdir. Soyut düşünme planında yapılan her türlü disiplinli çalışmanın işlevi bu bakımdan aynıdır: Belirsizliği giderme ve kargaşaya düzen getirme.
Bilim nedir? Bilim, güzellikleriyle ve dehşetli yanlarıyla algılanan doğa içinde, insanın, kendi sübjektif duygularından sıyrılarak doğayı ne ise o biçimde, yani kendinden bağımsız ve akılla tasarımlanabilir bir objektif sistem olarak kavrama girişimidir. Doğaya bu amaçla baktığınız zaman önce o, bir olaylar karmaşasından başka türlü görünmez. Çünkü, doğada bir sistem varsa, o sistem gözlenebilir bir nitelik değildir. Gözlenebilen, yalnızca somut duyusal olaylardır. İnsan, eğer doğanın rastgele bir olaylar yumağı olmadığını, onda bir sistem olduğunu düşünüyorsa, somut olaylardan doğanın akılla kavranabilir sistemini zihninde soyut olarak kurmak zorundadır. İşte insan, başlangıçta, kendi duyguları, heyecanları ve tasavvurları ile onlardan bağımsız doğa sistemini kavramsal olarak ayırt edemediği için doğayı açıklıyorum diye mitoloji yapmıştır. Ama bir biçimde belirsizliği gidermiştir ve bilim ortaya çıkıncaya kadar da mitolojiler bu işlevlerini sürdürmüştür.
Belirsizliği giderme açısından bakınca iktisat ve hatta politika bile bu gözle görülebilir. İnsanın iktisadî hayatı, bütün sistemleştirme çabalarına rağmen tam olarak anlaşılmaz karmaşıklığını bir ölçüde sürdürmeye ve kestirilemez gelişmeleriyle insanı sürprizlerle karşı karşıya bırakmaya devam ediyor. Buna rağmen hayatı anlamak ve ona düzen verme çabalarına etkinlik kazandırmak için iktisat biliminin varlığı yine de yokluğundan iyidir. Siyaset bilimi de böyle. Bireylerin somut koşullardaki konumları, istekleri ve ihtiyaçları farklı ise, o zaman bu farklılıklar içindeki ilişkileri, bir bencillikler karmaşası olmaktan kurtarmak, taraflarca üzerinde uzlaşılabilir bir düzene bağlamak gerekir. Gerçekte politik problemler içinden çıkılamaz bir hal alsa da, bir bilim olarak politika disiplini, farklı taleplerin ve görüşlerin karşılaşmasındaki etkileşimlerin kurallarını çıkarmaya çalışır. Belirsizliği giderme ve düzen getirme çabalarını insan zihninin bütün düşünsel etkinlikleri ve eylem alanlarına genişletmek mümkündür.
Taş devrinden bu yana insan zihninin çabalarından söz ettim. Paleontolojik ve arkeolojik bulgular düşüncemize öyle veriler sağlıyor ki, bunlara bakarak bugün bizim kafamızda bulunan kompartımanların eskiden insanların zihninde o kadar keskin bir şekilde ayrılmamış olduğunu anlıyoruz. Bugün bizim için “fayda” vardır, bir de “estetik” vardır. Bunlar birbirine hiç değmez nitelikler olmasa bile bizim gözümüzde iyice ayrılmıştır. Eskiye ilişkin bulgular ne gösteriyor? Bu ikisinin iç içe olduğunu ve insanın, işi başarmaya çalışırken ruhundaki sanatı da ortaya koyduğunu gösteriyor. Taştan, kemikten ve daha sonraki devirlerde madenden yapılmış bir alet, hem belli bir işi görmek üzere tasarlanmış hem de insanın güzellik duygusunu tatmin etmek üzere işlenmiş.
IV. İnsan Düşüncesinin Boyutları
Bu akşam bizi burada ilgilendiren mesele, tarihsel gelişim içinde ortaya çıkan yaklaşım değişmeleri değil, insanın başlangıçtan beri var olan zihin potansiyelidir. Bu potansiyelin ne gibi imkânlar barındırdığına, Leonardo da Vinci, tarihte gördüğümüz en mükemmel tanıktır. Leonardo, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısı ile onaltıncı yüzyılın başlarında yaşamış bir deha: Ressam, mimar, heykeltraş, bilim adamı ve mühendis. Leonardo’nun bir dâhi olarak ilginç hayatını ve bir serüven gibi karşımıza çıkan bitmek tükenmek bilmeyen çeşitli uğraşlarını anlatmayacağım. Onun her an zihnine üşüşen ve anında kaydettiği düşüncelerden bir kesit vermekle yetineceğim. Gözlemlerini, deneylerini, deneyimlerini, tasarımlarını ve ilgili çizimleri içeren not defterlerinin, sanat ve bilim tarihinde bir benzeri yoktur.
Örneğin, o notlarda Leonardo’nun, havada kâh kanat çırparak kâh süzülerek uçan kuşu seyrederken her şeyden önce duyduğu zevki, heyecanı hissediyoruz. Da Vinci’nin kafası değişik yönlerde ama birbiriyle bağlantılı olarak hızla çalışıyor. Aklına gelen noktaları zihninden kaybetmemek için onun aceleyle yazdığını hisseder gibi oluyoruz. Kuşun uçuşunu algılama ona yalnızca estetik haz vermekle kalmıyor; bir sürü fiziksel problemleri formüle etmeye ve açıklamalarını tasarımlamaya sevk ediyor. İnsanın su üstünde kalarak yüzmesiyle kuşun havada düşmeden durması arasında paralellik kuruyor. Suyun ve rüzgârın içinden hareketi; hareket, kuvvet, hız ve ağırlık kavramlarını, kuşun anatomisini irdeliyor; kuşun uçmasının ve havada kalmasının aerodinamik açıklamalarını tasarımlarken “kuş biyolojik bir varlık, bir canlı, ama herşeyden önce bir cisim; öyle ise neden bir uçma makinesi yapılamasın?” diye soruyor. Leonardo’nun gözünde sanat, bilim ve teknoloji aynı inanılmaz gerçeğin farklı yönleriydi. Onun dehası, bu üç yönü aynı anda kavrıyordu.
Leonardo, doğada bir düzen olduğunu düşünüyor ve gözlediği olayların büyüsüne kapılıyordu. Leonardo’nun gözüyle bakarsanız bilimsel açıklama ile mucizenin pek bir farkı kalmaz. Oysa biz, sadece, sınırlı aklımızın ürünü olan bilimsel açıklamalara sığdıramadığımız şeylere mucize diyoruz. Leonardo, zihninde, mühendisin görüşü ile mistiğin temaşasını aynı anda barındırıyordu.
Evrenin kendi zihninin dışında olduğunu kabul eden da Vinci, onu, ancak duyularıyla aldığı bilgiler üzerinde düşünerek kavramakta ısrar ediyordu. Not defterinin bir yerinde diyor ki, “Ben bazıları gibi yazarlardan alıntı yapacak güçte değilim. Ama o alıntıları yapanların ustalarının da dayandığı çok değerli bir şeye dayanarak konuşuyorum: Deneyim. İşte benim asıl öğreticim.”
Ben de bu konuşmamda baştan beri insanda var olan bir temel kapasiteyi kullanma gereğinden söz ettim. İnsanın, deneyimlerini yorumlama, belirsizlikleri giderme ihtiyacı duyduğunu belirttim. Duyuların kargaşa halinde sunduğu dış dünyaya kendi zihninde bir düzen vermek zorunda olduğunu, hatta kendini de o düzenin içine katarak yorumlaması gerektiğini vurguladım. Günlük hayat deneyimleri içinde hayatını sürdürmek için, belli bir düzeyde, bunu herkes yapmak zorunda. Sanatçı, bilim adamı, teknoloji uzmanı, filozof, mistik, farklı açılardan ve ayrı düzlemlerde, aynı çabayı disiplinli ve metotlu biçimde gösteriyor.
Konuşmamın başlarında birkaç dizesini okuduğum Asaf Halet Çelebi gibi nedense ihmal edilen bir başka şair var. Ondan okuyacağım şiirin bize yaşatacağı deneyim, sanatın ne olduğuna ilişkin incelememize ışık tutabilir:
Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden,
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünya ortasında.
Bu şiir Rüştü Onur’a ait. Hepimizin memnun olduğu anlar vardır. Ama biz onların arasından gelip geçeriz. Nedense sıkıntıları, çirkinlikleri şikâyet edercesine dile getirmeyi yeğleriz. Sanatçı ne yapıyor? O anı durduruyor, derinleştiriyor, keskinleştiriyor ve anlam verip hayatımızın içinde yerli yerine oturmadığımız bir duyguyu, onu kavrayıştaki güzelliği bize tattırıyor. Bu şiir yapmacıksız bir gerçeği gösteriyor. Biz onu farkedince başka türlü görmeye başlıyoruz dünyayı ve kendimizi.
Ne diyor Leonardo da Vinci? “Cismi resmetmeyeceksin, onun ruhunu kavrayacaksın, niyetlerini göreceksin, tutkularını duyacaksın.” Mona Lisa’nın yüzündeki gizemli gülümsemeyi seyrederken öyle bir an nasıl yakalanır ve resmedilebilir şaşırıp kalıyoruz ve şaşkınlığımız hayranlığa dönüşüyor. Bir Michelangelo heykeline bakarken aynı şaşkınlığı ve hayranlığı yaşıyoruz. Gördüğümüz bir cisim değil. Orada insan ruhunun kaslara yansımış enerjisi var. Kişilerin birbirine göre duruşları ve bakış açıları, insan ruhunun yüz ifadelerine yansımış derin, karmaşık duyguları ile birleşiyor ve biz, insanın niteliğine ilişkin tanımlayamadığımız bir gerçeği kavradığımızı hissediyoruz.
Yirminci yüzyılın ünlü ressamı Paul Klee, “Sanat, gördüğünü resmetmez; görmemizi sağlar” diyor. İşte bu anlamda Leonardo, Michelangelo ve Rüştü Onur bizim görmemizi, bir gerçeği kavramamızı, hayata hiç bakmadığımız bir biçimde bakmamızı sağlıyor ve daha zengin bir ruhla yaşama yolunu bize açıyor.
Rüştü Onur bir köy öğretmeninin oğlu. 1920 doğumlu. Liseyi Zonguldak’ta okurken 1938′de vereme tutuluyor. Öğrenimini bırakmak zorunda kalıyor. Biraz iyileşince bir memuriyete giriyor. 1941 yılı başında hastalığı yeniden şiddetlenmiştir. Önce Zonguldak’ta, sonra Heybeliada Sanatoryomu’nda tedavi görüyor. Aralık 1941′de yattığı Heybeliada Sanatoryomu’ndan Mart 1942′de çıktığında yedi kilo almış, hastalığı yenmiştir. Zonguldak’a döner. Yine memurdur. Yine hastalanır. Tekrar yattığı hastanede Mediha Sessiz adlı tifodan mustarip bir kızla tanışır. Ağustos 1942′de nişanlanır. İki ay sonra nişanlısının Beşiktaş’ta Şair Leyla Sokağı’ndaki evine yerleşir. Tifodan kurtulduktan sonra zayıf düşmüş olan kızcağız 12 Kasım 1942′de ölür. Bu ölüm Rüştü Onur’u iyice sarsar. 1 Aralık 1942′yi 2 Aralık 1942′ye bağlayan gece ciğerlerinden fazla kan gelmesiyle boğularak ölür.
Rüştü Onur’dan okuduğum “Memnuniyet” adlı şiir, onun son şiirlerinden biri. Yeni Zonguldak gazetesinde 23.9.1942′de yayınlanmış. “Dilsiz değilim susamam öyle ölüler gibi bu güzel dünya ortasında:” İşte buna sanatçılık deyin, insan ruhunun esrarengizliği, karmaşıklığı deyin, şurası muhakkak ki sanatçı hepimizin yaptığı gibi ıstırapları üzerinde dövünen bir kişi değil. Sanatçı ne? Sanatçı, ıstırabını “güzellik duygusu” ile sarabiliyor. Bunu yapabilmek için uğraş veriyor. İçinde bulunduğu koşulların dışına çıkıyor; başka bir yerden, başka bir ölçüyle ıstırabını kavrıyor. Istırabı yok olmuyor; ama o, ıstırabıyla yarattığı güzelliğe tutunuyor, bir parça mutlu olarak yola devam etmeye çalışıyor. Hayata içinde bulunduğu koşulların dışında bir yerden bakıyor ve oradan gördüğü dünyada yaşıyor. Ölümünden sonra Yeni Zonguldak gazetesinde yayınlanan, belki de son şiiri olan “Hulâsa” adlı şiirde Rüştü Onur, “Ya şiirlerim nolacak” diye soruyor:
Ben ölsem be anacığım
Nem var ki sana kalacak.
Ceketimi kasap alacak,
Pardösümü bakkal
Borcuma mahsuben…
Ya aşklarım
Ya şiirlerim nolacak
Ya sen ele güne karşı
Nasıl bakacaksın insan yüzüne.
Hulâsa anacığım
Ne ambarda darım
Ne evde karım var.
Çıplak doğurdun beni
Çıplak gideceğim…
Rüştü Onur’un “nolacak” dediği şiirleri bize kaldı. O şiirler insan ruhunu güzelleştirmeye, inceleştirmeye devam ediyor kuşaklar boyunca.
Istırabı ile ilişkisi sanat hayatının dalgalanmalarına yansıyan bir başka sanatçı, Beethoven. Müzisyenlik kariyerinin erken bir döneminde sağır olmuştu. Önceleri bunu kabullenmek istemiyor ve ruhunda hissettiği dehanın dikbaşlılığıyla hayata, kadere ve Allah’a isyan ediyordu. Sevgilisi Amenda’ya yazdığı mektupta “Beethoven’ın mutsuzdur. Doğa ile ve Yaratıcı ile kavgalıdır. Olacak şey mi, en asil melekem işitme duyum o kadar bozuldu ki…” diyor ve ondan sağırlığını, kim olursa olsun hiç kimseye söylenmeyecek bir sır olarak saklamasını rica ediyor. Sağır olmadan önce canlı, kendine aşırı güven duyan, sosyal, hatta delişmen ruhlu Beethoven, doktor dostu Wegeler’e yazdığı mektupta ise “İki yıldır bütün davet ve toplantılardan uzak duruyorum. Çünkü insanlara `Ben sağırım’ demek benim için imkânsız bir şey” der. Bir süre iç çatışması yaşıyor ve eser veremiyor. Yedinci Senfoni’yi bestelediği zaman onun artık Beşinci Senfoni’deki gibi çocukça bir kader anlayışıyla düşman gibi gördüğü kadere isyan etmediğini, kaderiyle uzlaştığını, hatta ona teslim olarak ıstırabının üzerinde yükseldiğini hissediyoruz. Evet, ben sağırım diyor ve içindeki fırtınayı kavrayarak, ona hâkim olarak ondan yeni bir güç alıyor ve duygularını müzik tekniğiyle ifade edebilecek ruh sükûnetine erişiyor. Artık Beethoven’in kaderi, derin, direnilmesi düşünülemeyecek kadar kuşatıcı evrensel bir kaderdir. Eriştiği bu yeni hakikatla birlikte serbest kalan enerji, Koral Senfoni’de coşkulu seslerle bizi de göğe doğru yükseltiyor. Bestelediği son Kuartetler’de Beethoven’in ruh yücelmesinin zirveye tırmandığını ve ancak mistiklerin eriştiğini düşünebileceğimiz bir asudeliği yakaladığını seziyoruz. Hiçbir ahenksizliğin olmadığı, her şeyin bir noktada birleştiği bir ruh halidir bu.
Tekniği bilgi olarak bilen bir sürü ressamlar, müzisyenler ancak öğreticilik yapıyorlar. Sanat eseri yaratmak teknikten, bilgiden ayrı bir şey; sanki hayatın içinde ve ruhun derinliklerinde yapılan bir keşif sanat. Keşfini ifade etme aracı ve tekniği ancak onun uzantısı. Deneyimleri yorumlama ve gerçeği kavrama çabası, sanatçının, bilim adamının, filozofun ortak yönüdür. Hatta bu ortak yön, kendi çapımızda günlük hayat içinde her birimizin insan olarak etkinliklerimize sinen bir şeydir. Sanat, profesyonel bir etkinlik olmaktan önce insan zihninin bir boyutudur.
[1] Kitap Bölümü: Özakpınar, Y., (2002). İnsan Düşüncesinin Boyutları. İstanbul: Ötüken
Alıntı Kaynağı: http://dis.fatih.edu.tr/store/docs/174100QfYSoE9y.doc
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.